‘İnsanın ne olduğu’ sorusu, insanın kendisini idrak etmeye başladığı tarihlerden bu yana sorulagelmiş olmasına rağmen, insanlık, hala cevabı konusunda bir fikir birliğine varabilmiş değildir.
Galiba artık fikir birliğine varabilmesinin imkânı da kalmamıştır. Belki de Yaratıcı’nın bu yönde bir iradesi, böyle bir planı hiçbir zaman olmamıştı.
İnsanın keşfettiği mantık sistemleri arasında, insanın mahiyetini; daha doğrusu insanın yaradılış maksadını ve ‘mahiyetinin ne olabileceğini’ anlamayı konu edinen belli başlı iki disiplin vardır: Felsefe ve Din!
Her iki disiplin de sayısız alt birimlere bölüne bölüne çoğalmış ve bugün bilim dediğimiz birikimi meydana getirmişlerdir. Bir başka deyişle bütün bilimler bu iki disiplinden doğmuştur diyebiliriz amma ne yazık ki bu iki disiplin, insanlık tarihinin hemen hiçbir döneminde, kendi aralarında anlaşabilmiş değildir.
Aynı şartlarda aynı varlığı inceledikleri halde, tarafların, birbiriyle taban tabana zıt fikirler ve görüşler ortaya çıkarmaları gösteriyor ki, ‘nesnel varlıkların aslında kendi gerçekleri yoktur’.
Nesnelerin göreceli gerçeklikleri gibi insanın mahiyeti de, her bakış açısına haklılık kazandırabilecek bir yapıya sahiptir. Yani öyle de olabilir böyle de… Öyle düşünen de kendine göre bir gerekçe bulabiliyor, böyle düşünen de…
İnsanın kalbi kararmayagörsün, daha hiçbir temizleyici onun karalığını gideremiyor işte. Cenab-ı Hak boşuna mı buyuruyor ki “Ey Resulum bu kitabı sana, kalbi diri olanları uyarasın diye gönderdik. Fakat yazık ki, ekseriyet üzerine söz sabit oldu ki onlar inanmayacaklar! (Yasin, 70)
***
Geçenlerde kanalların birinde izlediğim bir tartışma bana bunları düşündürttü. Yılların bir gazetecisi, baktım askerlerin safında oturmuş ve can havliyle cuntacıları savunuyor. Oysa o bir gazeteci. Kendi mesleğinin varlık sebebi olan demokrasiden yana olması gerekirken, emir komuta zinciri içinde kendi halkına bile en kanlı eylemleri yapmakta beis görmeyen bir kafa yapısını savunabiliyor.
Bu nasıl bir şey böyle diye düşünürken “tarafgirlik” müptelalığının insana neler yaptırabileceğini gördüm…
Ne balyoz umurundaydı, ne kafes… Zaten, kafes, ancak ruhu hürriyet ile tanışmış olanlar için zindandı. Bu nasıl bir hınç ki, zavallıya, bırakınız adil olmayı, tarafsız davranmayı bile unutturuyor. Cuntacıları savunurken mübarek, öyle candan, eyle ataktı ki, askerler bile hayret içinde baka kaldılar!
Karşısındakileri ‘oyun sahnelemek’le suçlarken, ta Yeniçeriler döneminden bu yana, ‘kazan kaldırma’ histerisine yakalanmış, sadece cumhuriyet döneminde üç dışardan talimatlı darbe ve sayısız muhtıra sabıkası bulunana bir silahlı yapılanmaya alkış tutuyor.
***
Elbette her vatandaşın iktidarı beğenmeme, hatta ona öfke duymaya hakkı var.
Elbette muhalif olmaya, icraatlarını beğenmemeye de hakkı var.
‘Neden benim tuttuğum takım iktidar olmuyor?’ diye kızmaya da hakkı var.
Ama insan bu yahu, insan!
Sayısız kere darbe yapmış bir orduyu savunurken, biraz insaflı olur insan! Üstelik de orduyu savunmuyor, ben yaptım diyen generale rağmen çıkıp bunda ne varmış diyebiliyor!
Bir zamanlar bir yazı yazmıştım. “Bu basınla ancak cehenneme gidilir” diye! Tam öyle işte…
Demokratlık iddiasındaki bir gazeteci çıkıp Türkiye’de her şey güllük gülistanlıkmış da bu iktidar, iktidarını sürdürmek için böyle senaryolar uyduruyor diyebiliyor!
Basiret yahu!
Sanki bu ülkede hiç darbe olmamış, sanki askerlerimiz çok masum da birileri çıkmış onlara iftira ediyor. Sanki halk kör, sağır, bilmiyor. Bir tek o “paşa gazeteci” biliyor! Pes, vallahi pes!
O günden sonra yazı yazmak bile içimden gelmedi. Şimdi de etimi yiyerek bu satırları yazıyorum. Ve kavimlerinin körlükleri, sağırlıkları karşısında ağlayan iki peygamberi; Hz. Lut ve Nuh aleyhisselamı tazimle anarak…
“Eleyse fîkum raculün reşîd!” (aranızda vicdanı ölmemiş, söz anlayacak olgun bir adam yok mu?) diye ağlamıştı Hz. Lut, evine ‘eşcinsel’ kılığında gelen melaikeyi gözü dönmüş güruha vermemek için…
Ve Nuh, “Ben yenildim Allahım, iş senindir” demişti, söz anlamayan, hakikati asla görmeyen, ‘Nuh deyip peygamber demeyen’ kavmine karşı…
Ve sonunda o sözü söylemişti. Tufanın gerekçesi olan sözü:
“Rabbî la tezer alel ardi minel kâfirine deyyara!” (Nuh, 26)