Daha Büyük İşler Yapacaksın Ey Millet, Pes Etme!

Telaş etmeyin, bu millete daha çok iş düşecek. Daha çok işimiz var, insanlık adına yapacağımız. O yüzden cesur olun.

Evet, geçici bir kış dönemine giriyoruz ama bu, eksikliklerimizi ikmal etmek içindir. Malum bu millet hala vaktinin çocuğu olamadı. Önümüzde duran çetin günleri, kendi ürettiği vasıtalarla geçemeyen tüm milletler dökülecek zira.

Âlemin kuralıdır; vaktinin çocuğu olma kabiliyetini kaybetmiş her toplum, başkalarının kölesi olmaya mahkûmdur. En azından başka kavimlere hizmet etme utancına çarpıtılır.

19. yüzyılın başına kadar İslam dünyası -ve tabii Osmanlı- dış etkilere direnç gösterecek imkân ve kudrete sahipti. Fakat o kudret, artık bilim üreten kavimlere karşı direnecek gücünü kaybetmişti. Nitekim İslam dünyası, kendisini çağın bilimsel gelişmelerine adapte edemediği için, kısa süre içiresinde, bilim üretmeye başlamış Hristiyanlık dünyası karşısında acz içine düşmüştür. Bu acz ve cehalet, 1850’lerde itibaren yıkıma dönüşmüştür. O tarihten sadece 75 yıl sonra İslam’ın hamisi, koruyucusu Osmanlı yıkılmış, İslam sahipsiz kalmış, halkları ve arazileri paylaşılmış, İslam halkları bir daha bir araya gelemeyecek halde mikro devletçiklere bölünmüştür. Bu paylaşım sonrasında Türklere de kendi devletini kurma fırsatı verilmiştir.

Gerçi millet, gayret ve azim göstermeseydi o da olmayacaktı. Bu millet (Türküyle, Kürdiyle, Laz’ıyla, Arabıyla) güç birliği yaparak şu Anadolu’yu elinde tutmayı başardı, Allah’ın da yardımıyla.  Osmanlıdan kalan son kara parçasını yedi düvele karşı savunma azmi ve kabiliyeti göstermemiş olsaydık eminim bugün bu topraklar üzerinde pekâlâ Rum ve Ermeni devletleri olabilirdi. Fakat şükür ki Cenabı Hakkın da ikramıyla bu topraklar, İslam’ın yurdu kalma azmini sürdürdü.

Gerek Çanakkale muzafferiyeti, gerekse hemen ardından gelen ve imkânsızlıklar içinde gerçekleştirilen İstiklal Harbi, kader diliyle, insanlık âlemine demiştir ki “Bu milletin daha işi bitmedi. İslamiyet ve insanlık adına yapacağı işleri var!”

Mademki kader o kadar güçlü kavimler karşısında bile bu milletin bütün bütün yok edilmesine fırsat vermedi, öyleyse bugün de bu halkın yok edilmesine, birilerine yem olmasına fırsat verilmeyecektir, müsterih olun. Kaderi ilahi ve hikmet buna müsaade etmeyecektir.[1] Bediuzzaman Hazretlerinin Rüyada Bir Hitabe’de temas ettiği gibi bu millet, hak ve adalet namına, inşallah, geleceği haber verilen “cennet asa istikbalin” inşasında da istihdam edilecektir. Kur’an’ın üç temel açılımından biri olan Risale-i Nur’un[2] bu milletin lisanıyla yazılması dahi bunun işaretidir!

Evet, bu millet İslamiyet’e yaptığı bin yıllık bir hizmetkârlıkla büyük bir millet olduğunu göstermiştir. Çok az kavme nasip olmuş parlak şeref levhalarıyla tarihe adını yazdırmıştır. Cesareti ve azmiyle Kur’an’ın[3], İstanbul’u İslam topraklarına katmasıyla da Hz. Peygamberin (asv) senasına da mazhar olmuştur.

Bugün de, biri elinden tuttuğunda neler yapabileceğini göstermeye aday bir millettir. O yüzden de başından bela eksik olmuyor. Her gün bir başka badire açılıyor başına ki fırsat bulup ayağa kalkamasın. Yüzlerle, binlerle telef olur da kimsenin kılı kıpırdamaz. O kendini muhafaza için bir şey yapsa barbarlıkla suçlanır. Son iki yüz yıldır sahipsiz. Zaman zaman onun adına öne atılanlar da el birliği ile boğulmuştur. Kim ona sahip çıksa, hain ilan edilir. Cumhuriyet ile birlikte devleti idare eden kadrolar tarafından istiskal edilmiştir. Cumhuriyet rejimi adeta, onu imha etmek üzere tasarlanmış bir projeye dönüştürülmüştür.

Oysa hakikaten bu millet elinden tutulduğunda, yol gösterildiğinde ve ona sahip çıkıldığında neler yapabileceğini sayısız kere göstermiştir. Namık Kemal’in Osmanlı’nın son dönemindeki yıkılmalar ve çözülmeler karşısında feryat ederek söylediği;

“Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim / Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten” (Biz öyle yüksek himmet sahibi, hamiyetli, çalışkan ve güçlü bir toplumuz ki, bir küçük aşiretten dünyaya hükmeden bir devlet çıkarmışız)  diyerek Osmanlı’nın bir avuç insanla nasıl kurulduğuna ve nasıl başarılı bir ulu devlet yapıldığına atıfta bulunmuş, bu yıkılıştan da bir çıkış var edilebileceği ümidini gündeme getirmiştir…

Akif ile Namık Kemal, geçmişin örneklerini önümüze koyarak, o yüce himmetli dedelerimizden bahis açarak, yüreklerimizi heyecana ve himmetlerimizi gayrete getirmek istemişler. Elbette boşa gitmemiştir. Bu milletin yedi düvele karşı istiklalini yeniden kazanmasında o yüce himmetli insanların teşvikinin de büyük payı vardır… Hatta denilebilir ki cumhuriyeti kurabilmemiz şu ümidin meyvesidir.

Aynı dönemde, bu milleti hakikaten sevmiş ve eserlerini onun diliyle telif etmiş Bediuzzaman hazretleri de o en meyusiyetli, üzüntülü zamanlarda bu millete, önünde parlak bir istikbal olduğunu müjdelemiştir. “Niçin dünya, herkese terakki dünyası olsun da bize tedenni dünyası olsun?” diyerek umut aşılamaya çalışmıştır.

Ona göre Anadolu’yu, eskisinden daha ihtişamlı bir gelecek bekliyor. Çağımızın insanlarını da o parlak istikbal ile ihtişamlı geçmiş arasındaki en zayıf/kötü halka olarak dile getiriyor. O yüzden de, cumhuriyetin kurucu ekibinin baskı ve eziyetleri altında inlerken, onu başka yerlere götürmek isteyenlere “hayır!” demiştir, “Mekke’de olunsa bile ilay-ı kelimetullah (=hakka, adalete; insanlığın huzur ve barışına hizmet edebilmek)  için Anadolu’ya gelinmek icap edecek” diyerek o büyük geleceğin inşasında pay sahibi olmayı tercih etmiştir. Çünkü ona göre İslamiyet ağacı burada kesilmiştir ve bir gün yeniden filiz sürecekse bu topraklardan fışkıracaktır.

Biz dahi umutvarız. Geleceğe dair büyük umutlarımız var. Umutlu olmak için de çok gerekçelerimiz var. En azından, İslam’ın içine düştüğü şu utançlı durum, her hamiyet sahibini gayrete getirecek ve sonunda bu zilletten kurtulmaya sevk edecektir.

Nitekim son beş on yıldır, tüm İslam dünyasında büyük bir uyanış var. İslam’ın uyanışı, uyanmasına vabeste kılınmış Arap da uyanmaya başladı. Arabın eski yol arkadaşlarını (Türkleri ve Kürtleri) tanıması gerekiyordu, tanımaya, görmeye başladı. Şimdilik halklar seviyesinde olan bu uyanış, inşallah devletler ve siyasetler seviyesinde de bir kamet kazanacaktır.

Türk Milleti de uyandı, uyanıyor. Kendisine sahip çıkana sahip çıkıyor artık. Eskiden o refleksi yoktu. Büyük bir aşkla sevdiği Menderes, gözünün önünde darağacına götürülürken tepki vermemişti. Özal, halka hizmeti canıyla öderken, halk yine sessiz kalmıştı. İki geri zekalı generalin batı uşaklığı (Batı Çalışma Grubu) adına Erbakan’a “hal’ name” verirken de insanlarımız tepki göstermemişti. Sahipsizlik, onda, “alıştırılmış çaresizlik” haline gelmişti. Çünkü seksen yıldır medyası onu karalıyor, sermaye sahipleri onu küçümsüyor, elit kesimleri onunla alay ediyor (Hatırlayın, Aşık Veysel’in başındaki kaskete rağmen köylü kıyafetiyle Çankaya’ya girmesine izin vermemişlerdi), siyasetçisi onu aldatmayı hüner biliyordu…  O da “alıştırılmış acziyet” içinde kendine sahip çıkanların linç edilmesine bile ses çıkarmıyordu. Milletin bu noktadan da artık değiştiği kanaatindeyim. Yanılıp yanılmadığımı 1 Kasımda göreceğim!

Son Dönemeçteyiz İnanın

Millet yine çetin bir badireden geçiyor. Sağımız solumuz yeniden tutuşturulmaya başlandı. Dört bir yanımız kan ve gözyaşı… Her gün yeni felaketlere gözümüzü açıyoruz. Huzurumuz tar umar. Kardeş bildiklerimiz, küçücük bahanelerle birbirine kan düşmanı olabiliyor. Tahammülsüzlük kemiğe dayanmış. Her an birbirimize saldırmaya hazır durumdayız. Ayrışmaya sebep olacak en zayıf emareye en büyük hakikat gibi sarılıyoruz. Bir olmamızı zorunlu kılan sayısız vesilelere rağmen ayrışmayı körüklüyoruz. En küçük dostluk ve meslek birlikteliklerini bile sürdüremez olmuşuz. Kibrin adına duygusallık demişiz. Duygusallığın şeytanın işi olduğunu unutarak birbirimizi kırıyor, incitiyor, yüz yüze bakacak hal bırakmıyoruz. Sonra da dönüp yabancı parmaklarından, yabancıların içimize fitne sokan çabalarından sızlanıyoruz.

Bunu hep yapmışız mamafih. Cemel Vakası’nın suçunu da Abdulah bin Übey bin Selül’e atmışız. Sanki zulmün o boyutlara gelmesi, iki ordunun toplanıp orada karşıya gelmesi onun eseri!

Böyle olunca da, fitnelerimizden dolayı başa gelenlerden ders çıkarmak, mümkün olmuyor. Sanki biz pir u pakız. Sanki biz masumumuz ama fitneciler zorla içimize ayrılık atıyor. Oysa fitne bizatihi İslam toplumlarının ahlakı haline gelmiş.  Birlik ve beraberlik için Kur’an’ın ve Sünnetin sayısız emir ve talimatları varken, sen en küçük bir çıkar için fitne yolunu seçersen, başına bela gelmeye müstahak olursun. Birlik ve beraberliği merkeze alabilseydik islam tarihi acılarla dolu olmazdı. Ne diyordu Akif, “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez!”. Yürekler toplu atmayınca bu da nifakçıların iştahını kabartacak tabii!

Sadece şu durum bile aklı başında insanlara bir şey söylüyor olmalı. Neden bu millet bu kadar hırpalanıyor. Neden bütün oyunlar bizim başımızda dönüyor. Hakikaten merak etmiyor musunuz?

Evet, kusurun çoğu bizde! Ama gidişata müdahale edilmediği de söylenemez. Her şeyin kendi mecrasında aktığı, olandan bitenden insanın şüphelenmediği bir güne bile muhtaç olduk. Artık ne kazanın kaza, ne rastlantının rastlantı olduğuna inanası geliyor insanın… Her taşın altından bir ihanet, her çapanın içinden bir yılan çıkıyor…

Son dönemeçteyiz, inanın. Biraz dişinizi sıkınız ve nefsinizin zarar görmüş olmasına rağmen birlikten yana tavır koyunuz ki imdad-ı ilahi gelsin!

Cumhuriyet Büyük Nimettir

Dün cumhuriyeti kutladık. Bilmiyorum cumhuriyet ilan etti diye bayram yapan başka bir millet var mı? Hür yaşamak, insanca ve özgürce yaşamak, her milletin hakkı iken, şu gariban vatandaşlar, cumhuriyete geçtik diye bayram ediyorlar.

İnsanın, “münafıklık yapmadan yaşamını sürdürmesine fırsat veren” bir yönetim biçimi olduğu için elbette Cumhuriyet, kutlanmayı hak edecek bir yönetim biçimidir! Ama gelin görün ki cumhuriyet adı altında bile bu millete kan kusturulmuş. İslamiyet’inden vaz geçmeye, laikliği din kabul etmeye zorlanmış. Olmamış. Sayısız kere seçtiği hükümetler alaşağı edilmiş. Buna rağmen o bıkmadan istikbaline doğru emin adımlarla ilerlemiş, etrafı Sevr sıradağları ile çevrilmiş bir ergenekondan çıkarak bu günlere, yani ‘batıya uşaklık yapmak istemediği’ günlere gelmiş.

Şimdi birileri, içimizdeki sevgisizlikten ve öfkelerden de yararlanarak bu millet, eski pozisyonunda tutmak istiyor. Gelişsin, ayağa kalksın istemiyor! “Eski Uşak”, daimi Uşak kalsın istiyor!

Yıllar önce bir batılı mütefekkirin itiraf ettiği gibi, Batı Türkiye’yi dizleri üstüne çökertmiş. Ne zaman başı düşecek gibi olsa ona destek veriyor ki düşmesin. Ne zaman ki gayret gösterip ayaklarının üstüne dikilmek istemişse de arkadan sırtına bir darbe indirerek yeniden eski pozisyona gelmesi sağlanıyor.

Mısır’ın, güya alacaklarını tahsil etsinler diye bir süreliğine İngilizlere bırakıldığı bir dönemde, bir sefirimiz, İngilizlerin Mısır’daki komiserini ziyaret ediyor. komiser iki ayağını masaya dayamış şekilde sefiri kabul ediyor. Sefir bozuluyor ve diyor ki, “Siz neye güvenerek bu kadar rahatsınız. Bir bölük askerle mi bu konforu sağlayıp sürdüreceksiniz?” buraya Osmanlı bir daha gelmeyecek gibi davranıyorsunuz!

Komiser şu cevabı ilginç! “evet bir daha buraya gelemeyeceksiniz. İstanbul’da başınıza o kadar iş açacağız ki Mısır’a gelmek aklınıza gelmeyecek!”

Öyle de oldu mamafih. Bugün aynı oyunlar bir kere daha oynanıyor…

Ey Türkler ve Kürtler

Şimdi beğenelim beğenmeyelim şu iktidar sayesinde halk bir kere daha cesaret buldu ki ayakları üzerine kalksın. Ben iktidarın her yaptığı doğrudur demiyorum. Topluma bir cesaret verdi diyorum. Bu cesaretle toplum yeniden ayakları üzerine kalkmak isteyince işte gördünüz, yedi düvel –Müslüman kardeşimiz İran dahil– bir araya geldi. Sanki dünyanın tüm kabahatlerini Tayyip Bey işlemiş – tabii ki kabahatleri yok değil-  de bu insanlar insanlık namına ona saldırıyorlar. Ama inanın konu Tayyip değil. Başka bir lider bunu yapsaydı ona da aynısını dayatırlardı. Birazcık dik durdu diye Ecevit’in başına getirilenleri unuttunuz mu?

Benim içimi yakan, yabancıların yaptıkları değil. Bu pis işleri, içimizdeki adamlarıyla yaptırıyor olmalarıdır! Zora giden, içimizi yakan bu!

Ey Türkler! Vallahi geleceğiniz İslamiyet şemsiyesi altındadır. Ondan ayrılsanız mahvolursunuz. Siz geçmişteki hizmetkârlığınızla Araplar gibi ağabey olduğunuzu gösterdiniz. Şimdi o övüncünüzden vaz mı geçeceksiniz? Kürt kardeşiniz, haksızlığa uğradığını söylüyor diye ondan vaz mı geçeceksiniz? Eğer ırkçılık kaygısıyla hareket ederseniz, emin olunuz ki Anadolu’da varlığınız yüzde 30’u geçmez. Ama İslamiyet namına hareket ederseniz, biliniz ki bütün bu insanlar aynı babanın çocuklarıdırlar anneleri aynı da olsa!

Siz ey Kürtler! Siz de dikkat ediniz. İslamiyet’ten ne zarar gördünüz ki şimdi Yezidilerin ve ateşperestlerin yoluna koyuldunuz?

Vallahi şu çekişmeler ve ayrışmalar yüzünden İslam’ın başı derde girse siz de en az ırkçılık yapan Türkler kadar mesulsünüz! Elinizden geldiği kadar şahsi teşebbüs ile ittihad-ı millete ve birlik ve bütünlüğe hizmet etmek zorundasınız. Birlik ve beraberliğin temininde sadece Türkler ve devlet mesul değildir. İndi ilahi de siz daha mesulsünüz!

Vallahi sizin beklediğiniz huzur ve saadet dahi şu milletin birlik ve beraberliğine bağlıdır. Bediuzzaman size “siz Türklerin gücü onlar sizin aklınızdır” dememiş mi? Siz ona da mı sırt çeviriyorsunuz? Hâlbuki o sizin yüz akınızdır! Şuna inanın, Anadolu’da birlik bozulsa, ne İsrail, ne Amerika sizi koruyabilir. Afganistan, Irak sizi yetmedi mi gözünüzü açmak için?

Bakın tam yüz sene önce Bediuzzaman hazretleri şöyle sesleniyor:

“Ey umum ekrâd!.. (Ey Kürtler) Gözünüzü açınız, sabah geldi. Ve müteyakkız (uyanık) olunuz. Sizin ihtilâf ve vahşetinizden (gafletinizden) efkâr-ı fâside sâhibi (kötü niyetli bozguncular) istifâde etmesin. Bu şanlı olan ittihad-ı milleti (Türk-Kürt kardeşliğini) fena bir hastalığa (ayrılıkçı düşüncelere) hedef etmesinler. Zîrâ o vakit bütün millet ve İslâmiyet size davacı olacaktır.

 Zaman size sille vurmakla o ihtilâf ve keşmekeşi atacaktır… Nâmusunuzu isterseniz, tokat yemeden atınız! (Ayrılıkçılara destek verir ve bu milletten ayrılırsanız aklınız başına gelir ama iş işten geçmiş olur!) (….)” Asar-ı Bediiyye – 473

Birlikten beraberlikten yana olmak İslam adına hepimizin boynunun borcudur. Biz Türkler, müfsitlerimizin ifsadına mani olamadık ve aramıza kabil-i iltiyam olmayan ayrılıklar düştü. Laikler ve dindarlar diye asla menfaatleri uzlaşmayan, birinin zararının ötekinin karı olduğu bir hale düştük. Siz de aynı tezgâha gelmeyin.

Terörist sizin en fazla dünyevi hayatınıza zarar verebilir! Hıyanet ve İslam’a karşı Yezidiliği tercih etmek gibi bir ayrılıkçı tercihler ebedi hayatınızı mahveder. Ama üstadın dediği gibi namusunuzu isterseniz, tokat yemeden uyanın ki ahiretiniz de mahv olmasın!

Ben bir nur talebesi olarak umuyor ve bekliyorum ki, her milletin içine yayılmış olan Kürtler, ittihad-ı islamın zamkı olsunlar. Bediuzzamanın size yüklediği görev bu! Türk kardeşinden ayrılırsan bu amacı ta kökünden yıkmış olursun!

İnsanlar akıbetlerini kendi elleriyle tayin ederler! Ey millet ve bu millet kavramı içine giren umum halklar! Ya birlikten yana olacaksınız, ya da Türkiye’nin de bir Afganistan, bir Irak, bir Suriye olmasına zemin hazırlayacaksınız!

Sonra olacaklar senin eserin olacak!

Muaviye, Hz. Ali karşısında yenileceğini görünce, askerlerinin mızraklarına Kuran ayetlerini taktırdı. Hz. Ali taraftarları hileyi anlamadılar. Hz. Ali bunun bir tuzak olduğunu söyledi “savaşa devam!” dedi. Ordu içindeki safdiller, hemen tezvirata inandılar ve “Biz Kurana kılıç çekmeyiz” dediler.

Hz. Ali öyleyse bundan sonra olacakların mesuliyeti size aittir dedi. Maalesef 1300 yıldır o gafletin acısını yaşıyoruz. Sizi de yolsuzlukla, yoksullukla, size doğruymuş gibi gelen bir takım “sureti haktan” sözlerle kandırmasınlar. Sanki gelecek olanlar daha temiz olacakmış gibi!

Ne olur kandırıkçıların kandırmalarına kanmayınız. Birlikten yana beraberlikten yana tavır koyunuz ki gözyaşlarımıza kan da karışmasın!


[1]) Ancak aranızdaki İslam bağlarına rağmen, sırf siyaset saikiyle birbirinizi hırpalar ve yok sayarsanız, kader dahi sizi kurtaramaz!

[2]) Diğer ikisi Abdülkadir Geylani’nin müktesebatı ve Mevlana’nın Mesnevisi’dir. (MAB)

[3]) “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Maide, 54). Müfessirler hemen hemen ittifakla bu ayetlerin Türk milletine baktığını kabul ederler. Eğer Türkler, laiklik masallarına kanıp bu dini terk etselerdi, Allah onların da yerine başka bir kavmi ikamed ederdi. Ama bu millet kendiine oynana tüm oyunlara rağmen dininden ve ona hizmet etmekten vaz geçmedi. O yüzden de İslamiyet namına âleme nizam verme hakkını da hala uhdesinde bulunduruyor. Bu görevini üstlenmeye başladığı için âlemin tüm şer güçleri onun üzerine çullanmış durumda. (MAB)

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir