Dualarımız Niye Kabul Edilmiyor

Koca bir rahmet ırmağı önümüzden akıp geçti. Bireysel anlamda bir kısım insanlar yunmuş ve paklanmış olabilir ama sanırım genel anlamda hiç de yararlanmış olmadık.

Nereden uyduruyorsun derseniz, derim ki işte önümüzde İslam âlemi!

Bakın bakalım, İslam aleminin şartlarında gidişatında ramazan ayının öncesine göre bir değişiklik var mı, yok mu? Eğer var diyorsanız, bilin ki bu sizin dualarınızın eseridir. Değilse?

Her Cuma hutbede dua ediliyor. Her mübarek gecede insanlar milyonlarca mesaj ve tiwit göndererek dua ediyor. Her kandil, her mübarek gece ve bayram arifeleri dua edebiyatı zirve yapıyor. Kimi yıldız devşiriyor, kimi cenneti sebil ediyor, kimisi Cenab-ı Rabbü’l-Âleminin katından bol keseden umut dağıtıyor… Zahirde İslam âlemi için yakarılıyor, dualar ediliyor.

Ama İslam dünyası yangınlar içinde… Gözyaşı, dünya gemisini üstünde taşıyacak kadar taşkın. Biz yalvarıyoruz, yakarıyoruz bu gözyaşları dinsin diye. Ama her gün biraz daha artıyor.

Yapılan duaların, zahirde hiçbir karşılığını göremiyoruz. Hatta denilebilir ki dualar çoğaldıkça ıstıraplar ve acılar da artıyor. Feryatlarımız merhamet-i ilahiyeyi celbedeceğine gadab üstüne gadap getiriyor… Rabbimiz mi bize küsmüş, yoksa seslerimiz mi başımızdan öteye yükselmiyor? Allah dualarımızı mı duymuyor yoksa yakarışlarımız mı sahte?

Açın Enbiya Suresini bir okuyun. Rab kuluna ne kadar yakın, dualarına nasıl icabet ediyor bir görün. “Ben beni çağıranın çağrısına icabet ederim” buyuruyor.

Bir tek yürek çağrısıyla İbrahim’i (as), onu yakmaya çalışan Nemrut’un ateşinden çekip almadı mı? Onların tuzaklarını başlarına geçirmedi mi?

Lut (as)‘un evini basıp, genç oğlanlar suretinde Hz. Lut’un evine gelen melekleri alıp nefislerine malzeme yapmak isteyen homoseksüelleri, Hz. Lut’un ‘Aranızda bir tane bile reşid insan yok mu?’ diye feryat etmesinin hemen ardından o şehrin altını üstüne getirmedi mi?

Daha önce Hz. Nuh’un hakkı kabule asla yanaşmak istemeyen kavmini, bir tek çağrı ile suya gark etmedi mi?

Etleri çürümüş, kurtların artık vücuduna diline ve kalbine ilişmeye başladığı Eyyüb’ün (as), yürekten çağrısına; “Ey rabbim artık zarara uğradım beni bu hastalıktan kurtar” diye ettiği yakarışa anında icabet edip ona ter u taze bir vücut vermedi mi?

Halkını, kendisine izin çıkmadan önce terk edip gittiği için bindiği gemiden denize atılan ve balık tarafından yutulan Zennun’u (Yunus) (as), fırtınaya, dalgalı denize ve onu yutup midesine indirmiş balığa rağmen “Lailahe illa ente sübhaneke innî kuntu mine’z-zalimin” feryadı üzerine kurtarıp sahile attırmadı mı?

Hangi esbap, hangi vasıta onu kurtarabilirdi? Gecenin, denizin, fırtınanın ve balığın, aleyhine ittifak ettikleri, kurtulmak için hiç ama hiçbir sebebin kalmadığı Yunus’u kim kurtarabilirdi? Aklın alabileceği bir kurtuluş mudur Yunus’un kurtuluşu?

Hayır! Ama o Rabbini biliyordu. Onun nelere kadir olduğunu biliyordu. Ona itaatı ve güveni tamdı. Karanlığın içinden aczini itiraf ederek, yürekten kopan bir çığlıkla sesini Arşa ulaştırdı. Bir samimi itiraf, bir yangınlı tövbe ve bir yürekten çağrı, ona imdat edilmesi için yetti.

Cunab-ı Hak, tüm vasıtaların sukut ettiği bir anda kuluna nasıl yardım ettiğinin bir numunesi olarak Yunus (as)’un halini bize aktarır ve tam da bu aktarımdan sonra şöyle buyurur:

“Biz onun imdat çığlıklarına hemen cevap verdik ve onu o halden kurtardık. Aynı şekilde (bize inanıp güvenip çağrıda bulunduklarında) müminleri de kurtarırız.” (Enbiya, 88) buyuruyor.

Cenab-ı Hakk’ın vaadinde asla hilaf olmayacağına göre, acaba neden bizi bu zulüm deryasından kurtarıp sahil-i selamete atmıyor?

Bir asırdan ziyade yangınlardayız. Duyulmuyor feryadımız. Acılarımız rahmet-i ilahiyyeyi celb etmiyor. Gözyaşlarımız, kalb-i umumiyi hakkımızda merhamet etmeye, acımaya sevk etmiyor. Daha geçen asrın başında Mehmet Akif rahmetli de de “Nur istiyoruz sen bize yangın veriyorsun/ Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun!” diye feryat etmişti. Bugün aynı hissiyat dilimizde değil mi?

Görülüyor ki değişen bir şey yok. Çünkü tefrika devam ediyor. Çünkü ümmet 72 fırkaya bölünmüş ve her fırka diğerinin kuyusunu kazmakla meşgul. Cemaatlerimiz siyaset yapıyor, siyasetçilerimiz cemaatlerle didişiyor. Din âlimlerimiz, Kur’anı cerh ediyor, vaizlerimi Hadisi red ediyor, üç beş ayet belleyen büyük fakihleri cehaletle suçluyor. Taharet almaktan aciz yeni yetmeler, eazım-ı ümmeti tenkit ediyor. Abdülkadir Geylani, Şah-ı Nakşbend, Mevlana ve İmam Rabbani gibi büyük mutasavvıfları şirkle, Bediuzzaman’ı şeriata aykırı hareket etmekle suçluyor.

Kıblesiz, kitapsız, izansız, haysiyetsiz; tek maksatları insanların kalbinde kibire bulaşmış bir koltuk kapmak olan bir takım ukala milletin önüne çıkmış. Millet de saftirozca ve ahmakça,  bir küçük hastaneyi, binlerce masumun hukukuna tecavüz etmiş, dinden nasibi olmayan bir adamda görse hemen ona taraftar olarak her türlü zillete ve zulme müstahak olduğunu gösteriyor…

Bir yığın aklı başında insan, asırlardır süre gelen ibadetler hakkında bu kitapsız Müslümanların uydurduklarına hemen kanmaya hazır. Çünkü mümin değil. Mümin bile olsa Müslüman değil. Yahut Müslüman olmuş ama mümin değil… O yüzden de ferasetimiz gitmiş, izanımız kaybolmuş… Her fasığın getirdiği habere hemen inanır olmuşuz:

 “Efendim, namaz üç vakitmiş, esasında teravi yokmuş, abdest sırasında ayakları mest etmek yazıyormuş kuranda bu imamlar ne hakla ayaklarımız yıkamamızı söylerlermiş. Yok, efendim orucu uzun tutuyormuşuz… vs. vs.”

Bir yığın kendini bilmez çıkıp bir şeyler söylüyor ve hepimiz, evet hepimiz hemen o ibdalara nefis hesabına taraf oluyorsunuz. Çünkü hepimiz nefsimize tapıyoruz. O yüzden de bidate şifa gibi sarılıyoruz. Sizi temin ederim bu zamanın en büyük yedi günahı sayılsa ‘bidatlere taraf olmak’ en başta gelir. Maalesef, bidate taraftarlık bu zamanın en büyük mezhebi olmuş!

Rabbim bizi bu fitneden muhafaza etsin. Ondan kurtulmanın tek yolu ‘Hadis-i Şerifte’ haber verildiği gibi ‘ninelerimizin imanına iktida etmektir’. Dini onların teslimiyeti içinde yaşamaktır.

Hele siz yüreğinizden bir Rabbinize teslim olun. Bakın bakalım sizi duyuyor mu duymuyor mu?

Bayramı hak ettik mi?

Evet, bir Ramazan ayının daha sonuna geldik. Sayısız sınırsız dualar ettik. Ama İslam âleminin hali ortada! Ya biz sesimizi duyuramadık, ya Rabbimiz bizim feryatlarımıza kulak tıkamış. Esasında o kadar karmakarışık bir ümmet haline gelmişiz ki, ne dediğimiz de artık anlaşılmıyor.

Rabbimiz, “Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal 46)

Bu ayet başımızdaki belanın sebeplerini net ortaya koyuyor. İslam’a, sırf İslam dini için sahip çıkacak bir devletimiz yok. Gücümüz dağılmış, her kes Müslümanların başına çorap örebiliyor. En küçük bir devlet bile tüm Müslümanları parmağında oynatabiliyor. Neden?

Demek ki Allaha ve resule itaat yok. Veya itaatin nasıl olması gerektiğini bilemiyoruz… Tefrikayı ihtilaf-ı ümmet sanıyoruz. Her birimiz bir harf tutturmuşuz, diğer her hakkı yok sayıyoruz.

O yüzden de orucumuz oruç değil, namazımız namaz değil, haccımız haç umremiz umre değil… Böyle olunca kim duyar bizim çağrımızı. Üstelik her birimiz başka bir bidatin pençesine düşmüş, mülhitlerin oyuncağı olmuşuz. Medeniyet fantezileri hülyamız, teknoloji amacımız, tiryakilikler ibadetimiz, terend mezhebimiz, siyaset mesleğimiz, dünyevi hayatın rahat ve huzur içinde sürdürülmesi yegane amacımız olmuş. Din de orasından burasından çekiştirip kendimizce tasarladığımız bir gülyabani haline gelmiş… Adam Müslüman güya… Ama dinin en müsellem konusunda bile ‘bana göre…’  diye söze başlayabiliyor.

Herkes allame olmuş. Allaha dinin öğretecek kadar küstahlaşmışlar! “Bana göre böyle, bana göre şöyle” deyip duruyorlar. Biz de hemen “Ya gördün mü böyle imiş…” deyip onu tasdik ediyoruz.

Hiç birimizin aklına gelmiyor ki, “Ümmet şer üzere, yalan üzere ittifak etmez”. Bu kadar zamandır bu ibadetler bu minval üzere yapılıyor. Bir tek sen me anladın bu yanlışa ahmak herif? Be fitnenin anası, ahmaklığın danası? Mademki amacın fitne idi niye bu kadar tahsil gördün be adam Şeytan bile bu tiplerden Rabbine sığınmış!

Bu tipler bu çarşıda alıcı buldukça daha çoook başımız ağrır. Daha çok birbirimize düşeriz. Daha çok despotlar gelip evimizi yangına verir ve bizi birbirimize kırdırırlar…

Şu bayram arifesinde maalesef içimde bayram sevinci yok. Utanç var. Kulluğumdan, imanımdan, Müslümanlığımdan, insanlığımdan… Kuran gibi bir kitaba, Resulullah gibi bir rehbere rağmen böyle bir halde olmaktan utanıyorum. Rabbim bizi bağışlasın. Affetsin, bayramları hak etmemizi sağlasın.

Ben kendimi bayram yapmaya layık görmüyorum. Ama rahmet-i ilahiyeden de ümidimi kesmiyorum. Yaptığımız bunca duaların, zahirde kabul edilmemesinin sebeplerini hissetmekle birlikte bu duaların boşa gitmeyeceğine de inanıyorum.

Rabbim cümlenizin bayramını mübarek kılsın. İnşallah ahir ömrünüz hakiki bayramınız olur. Ne mutlu o insanlara ki ahir ömrü bir vuslat bir bayram olmuştur!

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir