Her Yazı Turada Hep Aynı Tarafın Gelmesinden Bıktığım İçin EVET

Ben 56 yaşında, yorgun, hasta ve artık yaşlı bir adamım. Artık asabi de olmuşum. – 56 yıla üç darbe, sayısız muhtıra, 40 yıl devam etmiş terör, 35 yıl devam etmiş enflasyon ve çaresizlik sığdırabilmiş, her ekonomik krizde sıfırlanmış kaç nesil var yeryüzünde- Çocukluğumu hatırlamıyorum. Gençliğimi de hiç bilmedim. Aklım erdi ereli hep vatan millet Sakarya peşindeyiz.

Süleyman Nazif’in dediği gibi, “Kalkın ey ehli vatan!” dedikleri her seferinde ben kalktım. Ve her kalktığımda da baktım ki, hep birileri benim yerime oturmuş.

Bütün cemaatleri tanıdım. Hepsinin de içinde bulundum. Hepsinin özeti iki kelime: Harice karşı takiyye, dâhile karşı müsamaha!

Bir de, hikmeti kendinden menkul, asla sorgulanmayan mübarekler…

Kendilerinden olmayan biri, bir yanlış yapmışsa, zaten yanlış yapmak onların işidir. Ama mübareklerden biri hata yapmışsa onun, ‘muhakkak bir hikmeti’ vardır: Eğer hata yapan cemaatin -ki en büyük hata sistemi ve lideri sorgulamaktır- içinden biri ise o öyle aforoz edilir ki, Cennete girme şansı bile kalmaz.

Kur’an’ı bir tek onlar doğru anlarlar. Onların anlayışının süzgecinden geçmemiş hiçbir hayır söz, hikmet taşımaz. Biri ötekine asla saygılı değildir. Kendi başlarına yalnız kaldıklarında yaptıkları şey, güç ve itibar bakımından kendilerine en yakın cemaati –yani en az onlar kadar milletten para toplamayı başaran cemaati- yermek yahut hakikatini tezyif etmektir. Kendi taraftarlarının, ilgisini muhafaza etmek için, diğerlerini zemmetmek, bir tür gizli tebliğdir…

Çoğu cemaatte meal okumak, ayeti kendi anladığı gibi anlamak bile yasaktır, en azından tehlikeli!

Bu illet beni hep soğutmuştur cemaatlerden. Aklımı, ‘neden sadece bu efendinin islamiyeti hak da diğerlerinin batıl olsun ki” diye sorgulamaktan alıkoyamadığım için hiç birine tam intisap edemedim. Karşı da çıkmadım. Çünkü biliyordum ki, gayrı reddediş olsa da kendi sözlerinin hak yanları var ve iyiyi arayan ve bu yapı fıtratına uygun  bir yığın gariban, onun ipi ile din dairesine bağlanmış. O cemaat liderini çürüttüğünüzde binlerce insanın İslam ile ipinin kopmasına yol açabilirsiniz. Buna da hakkımız yok der, kenara çekilirdim.

Ama şunu da biliyorum ki, Kur’an’ın, Yahudiler’de kınadığı bütün sıfat ve haller bizim cemaatlerimizde mevcut.

Ben bu hali başlangıçta, insanlarımızın ve cemaat idarecilerinin kişisel zaaflarının veya kötü ahlaklarının neticesi zannederdim. Sonra anladım ki öyle değil. İşin aslı istibdat! İslamın ruhu ile asla bağdaşmaması gereken istibdat, bir yol bulup, dini hayat kılığında bütün herkesi kendi tasarrufu altına almış. Onun şekillendirdiği bir hayat algısını İslam bilmişiz.

Yoksa aslında her cemaat iyi olmanın, dine hizmet etmenin peşinde saf ve temiz olarak! Ama yapamıyor. Çünkü iyiyi bilmek başkadır, iyiyi yapmak başkadır. İyinin yetişebileceği bir zemine sahip olup olmamak daha başkadır.

Bizim arazilerimiz, uzun zamandır, Kur’an’ın hakiki manasının tam tecelli etmesine ve toplumda taraftar bulmasına müsait olamadığı için ‘ümmetin ekseriyetini etrafında toplayacak bir fikir’ de doğmadı. Fikirlerin serbestçe rekabet etmesine hizmet edecek zemin yoktu ki,  hak söz batıl olanı alt etsin veya ‘ehakk’, ‘hak’ olana üstün gelsin.

Batıl olan sürekli korunduğu ve ‘hak’, ‘ehakk’tan daha kıymetli addedildiği için, piyasada batıl sözün müşterisi daha çok oldu. Çünkü propaganda ve aldatma ile o batıl, hak gibi sunuldu…

Toplum da en yakınındakini hak bilme ve ucuzu tercih etme alışkanlığında olduğundan ötekini araştırmaya bile ihtiyaç duymadı.

Elbette toplum olarak iyiyi biliyor ve seviyoruz. Bu güzeldir.

Kötü olan ise, bize ait olanın yegâne olduğunu zannetmektir. Bediuzzaman, insandaki, bu tür sosyal sapma ve akıl zemininden uzaklaşma eğilimlerini, toplumun yüreğine kadar işlemiş istibdatçı yaklaşımlara bağlıyor. Baskıcı ve ‘ben bilirim’ci anlayışların, her türlü kötülüğün kaynağı olduğuna dikkat çekiyor. Aşağıya aldığım şu paragraf, geçliğimin ikinci yarısında uyanmama, hakikat-i hali görmeme ve yıllardır cemaatlerle ilgili zihnimi meşgul eden o cevabı bulmama vesile olmuştur. Şöyle diyor:

“İstibdat, baskıdır ve kanunları keyfi uygulamaktır. Güce dayanarak muhalifleri ezmektir. Kendi fikrini ve görüşünü yegâne ve esas bilmektir. Bu açıdan da (istibdat) her türlü yolsuzluğa ve zulme açık bir zemindir. Zulmün temelidir. İnsanlığı mahveder.

Evet bizi sefalet çukurlarına sürükleyen,

İslam âlemini zillete, çaresizliğe ve acze düşüren,

İslam halkları arasında nefret ve düşmanlığı uyandıran,

Bizi birbirimize düşüren,

Temiz ve berrak olan İslamı zehirleyen ve onu zehirli hale getiren, ve bu zehrin her şeye bulaşmasına yol açan,

Müslümanların arasına bugün çözümü imkânsız gibi görünen ihtilafları sokup Mutezile, Cebriye ve Mürcie gibi sapık düşünce akımlarının bile doğmasına yol açan ve bu sapık düşünce ekollerinin taraftar bulmasına neden olan istibdattır…

Din adamlarımızda görülen ve Cebriye, Rafiziye ve Mutezile gibi insan tabiatıyla bağdaşmayan düşünce akımlarının doğmasına yol açan bilimsel istibdat dahi, siyasi istibdadın bir neticesidir.

İstibdat altında gelişmiş düşüncenin ürünü olan bu mezhepler, zamanla taklidi öne çıkarıp, aklın, yurtlarımızı terk etmesine neden olmuştur…”  (Munazarat, S. 24-25. Ben metni kendimce sadeleştirdim, dileyen asıl metni okuyabilir. Çünkü metnin orijinal lisanı çok daha etkileyicidir.)

İşte yukarıdaki metinde ‘istibdat’ kelimesinin yerine, istibdat kisvesini frak haline dönüştürmüş ‘Ergenekonculuk’u koyup okursanız -ki hakikati odur- o zaman neden Referandum’da mutlaka “evet!” demeniz gerektiğini de anlarsınız!

Evet, evet, ben de Evet diyeceğim.

Çünkü ben bıktım.

Sittin senedir hiç değişmeyen şu yaşam biçiminden bıktım.

Her millete terakki ve refah bahşeden şu hayatta, bize sadece fakru zaruretin pay olarak düşmesinden bıktım!

Bu rejimin keyfî dayatmalarından bıktım. İçimize yayılmış türlü türlü baskılardan, tiranlıklardan, cuntalardan, Ergenekonculardan, mafyasal yapılanmalardan ve onları kullanan siyaset yapılanmalarından bıktım…

İslam’ın tehlike, Müslümanın mürteci görülmesinden, bunu her türlü yolla topluma dikte eden anlayıştan bıktım.

Başında şapka, belinde silah olan askerlerin daima haklı olmasından bıktım.

Mazlumları cayır cayır yakan kanunların hükmünün, siyasi mürtekiplere ve cuntacı askerlere geçmemesinden bıktım.

Doğudan her gün cenazelerin gelmesinden bıktım. Batının vur patlasın çal oynasıncı yaklaşımından bıktım!

“Terörün beli kırılacaktır” laflarından bıktım. “Kanın yerde kalmayacak” beylik lafından bıktım. Yalancı vaatlerden bıktım.

“Ezan susmaz, vatan bölünmez” sloganının bilmem ne mendili gibi kullanılmasından bıktım…

‘Kürt kılığında’ dağa çıkarılmış bir yığın ne idüğü belirsiz bir sürünün Kürtleri ve Türkleri canından bezdirmesinden bıktım.

Birilerinin onları kahraman, diğerinin de ayrılıkçı terörist bilmesinden bıktım. Asker’in, kendisine emanet edilen kahraman Türk evlatlarını dağlarda nerede ise kasten telef ettirmesinden bıktım.

Türkiye’de gerçekten bir terör olduğuna bizi inandırmalarından bıktım. (Hatırlayın, 12 Eylül gününü ve ertesi yani 13 Eylül gününü. Her şey nasıl bıçak gibi kesilmişti. Çünkü Ülkücü de onun kontrolünde idi, solcu da. Tıpkı bugün olduğu gibi… PKK da onun emrindeki bir yapılanmadır, onunla mücadele ediyoruz diye çuval dolusu para alan ama teröristleri tespit ve imha ediyor diye heronları düşürmeye kalkışan asker de!)

Bıktım kandırılmaktan, bıktım enayi yerine konulmaktan ve bıktım, seçeneksiz liderlerle seçimlere gitmekten ve hükümetler tayin etmekten… Bıktım.

Evladı, alınıp askerde hunharca harcanmış kadının başörtülüdür diye oğlunun kışlada düzenlenen cenaze törenine alınmamasından bıktım…

Kendi memleketimde parya olmaktan bıktım. Başı kapalı kızımın dışlanmasından bıktım.

Kuruluş felsefesi şöyle miydi böyle miydi tartışmalarından bıktım. Türkiye Türklerindir, ya sev ya git zortlamasından bıktım…(Bunu söyleyenlerin hiç biri hakki Türkler değildir emin olabilirsiniz. Türk derisi geniş bir kavimdir. 32 millete tahammül etmiş. Üç beş eski ahbabından mı bunalacak?)

Ne zaman öfkesinin taşacağını bilmediğim askerlerimizin öfkesi taştığında hangi camiyi bombalayacağını bilememekten bıktım.

Anayasa’nın hangi maddesinin ne zaman keyfi uygulanacağını bilmemekten bıktım.

Adalet dağıtmakla görevli zevatın, adaletsizliği ve kanunda keyfiliği huy edinmelerinden bıktım.

Alevilikle de bir ilişkileri kalmamış birtakım devrim hokkabazlarının kendilerini o surette gösterip bütün adliye makamlarını işgal etmelerinden bıktım.

Bıktım bu memlekette her türlü yolsuzluğa bir kılıf uydurmaktan. Bıktım takiyye yapılmasından, bıktım müstemleke laikçisi olmaktan, bıktım sahte cumhuriyetçilik ve demokrasiden…

Ne olacaksa olsun…

Referandum’da EVET! diyorum.

Kırılacaksa kırılsın en ince yerinden. Yeter ki değişsin artık bir şeyler! Değişsin nöbet!

90 yıldır ‘kürt memet’ nöbette… Biraz da diğerleri nöbet tutsun istiyorum.

Her yazı turada hep aynı tarafın gelmesinden bıktım çünkü.

Yetmese de artık bir şeylerin değişmesini istiyorum:

EVET!

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir