Hz. Hüseyin, Beşşar Esad’ı Destekler miydi?

On dört asır önce yaşanmış siyasi bir vakanın pişirilip pişirilip gündeme getirilmesi artık baydı.

Her sene 10 Muharrem’de güya  ‘Ehli Beyt Muhabbeti’ adı altında yeni Muaviyeler yaratma çabasından öteye gitmeyen gösterilere bir çeki düzen verilemez mi?

“Hz. Ali haklıydı, Muaviye haksızdı”, deyip 1400 yıl önce yaşanmış siyasi bir çekişmeyi  -hadi entrika/hile diyelim- getirip bugünkü İslam birliğinin önüne bir gerekçe olarak koymak, cidden anlaşılabilir bir şey değildir.

Tamam, Hz. Muaviye haksızdı. O haksızlığı ile Rabbine vardı ve varsa cezasını çekecek. Kurduğu devlet yıkıldı, ondan sonra gelen devletler de yıkıldı, asırlar geçti, devirler geçti…  Hâlâ her Sünniyi ‘Yezid’ addetmenin ne manası var?  Ne biz Muaviye’yiz ne de siz Ali’siniz. Artık çıkın o siperden. Savaş biti. Vallahi bitti.

Hem kardeşim, Hz. Ali haksızlığa uğradı da ne kaybetti? Onun yıldızı hangi sahabeninkinden daha düşük? Hz. Peygamber (sav)’den sonra en çok bilinen ve adı gönüllerde saklı olan o değil mi? Ben ömrüm boyunca,  ‘ Hz. Ali haksızdı’ diyen bir tek Sünni görmedim. Oğluna Yezid adı vereni de!

Peki, nedir bu serenatlar, zincirlerde bedeni dövmeler. Böyle bir tavırdan bir Müslüman uhrevi ne fayda umabilir? Çünkü dünyevi bir faydası olduğunu sanmıyorum. Elbette ‘Hüseynî tavır’, zalim idarecilere karşı her daim lazım olan bir tavırdır. Ama inanın, Hüseynî tavır birlik ve dirlik içindi, ayrılık ve tefrika için değil…

Şu kadar zaman sonra Hz. Ali siyaseten haklı olsa ne yazar, haksız olsa ne yazar! O, gönüllerde taht kurmuş, Hz. Peygamber (sav)’in neseben ve haseben hakiki varisi olduğu ortaya çıkmış bir sahabedir.

Ben burada,  ‘kemikleşmiş tarafgirliği’ tahrik etmemek için meselenin itikadî boyutlarına girmek istemiyorum ama esasında asıl canımı sıkan da o boyuttur.

Bugüne kadar, o siyasi hadiseler temcit pilavı gibi ümmetin önüne getirile getirile aramızda kabil-i iltiyam olmayan ayrılıklar ve uçurumlar var edildi.

İslam dünyasının gayri Müslim dünya karşısındaki mücadelesini şöyle bir gözden geçirin! Göreceksiniz ki, ne zaman bir hanedan veya devlet yükselişe geçse veya Hıristiyan Batıya karşı hücumu başlasa hemen şu yarayı kaşıyıp onunla bizi vurmayı başarmışlardır. Geçmiş asırlarda bu tefrika ile bizi birbirimize az vurdurmadılar. Onunla kalsaydı iyi idi. Ne zaman Sünni kesimden Haçlı dünyaya karşı bir meydan okuma suz konusu olmuşsa hemen Şii kesim de Sünni dünyaya meydan okumuştur. Çünkü asırlardır sürüp gelen şu dövünmeler ve seremoniler, ister istemez, Şiilerde Sünni kesime karşı bir nefret var ediyor. O yüzden de Şii dünya Sünni kesime yar olamıyor.

Keza Sünni dünya, hiçbir zaman, Şiileri anlamaya yanaşmamış. Bugünün moda eğilimiyle kimse çıkıp, ‘Hz. Hüseyin’e yapılanlardan dolayı özür dileriz.’ dememiş. Tüm İslam dünyası o esef verici hadiseden dolayı acı çekmiş ama kimse diğerinin hüznünü samimi bulmamış.

Şia, o günde, karalar giyinip vücutlarını demirlerle dövmüyorlar diye Sünni kesimi samimiyetsiz buluyor. Sünni kesim de bin dört yüz yıl önce yaşanmış bir hadisenin her yıl tekrarlanıp geçmişte yaşanmış bir nefretin körüklemesi vesilesi yapılmasına anlam veremiyor. O yüzden her iki tarafta da nice büyük âlim ve ulema gelmiş olmasına rağmen şu yarayı tedavi edememişlerdir. Çünkü birileri sürekli kaşıyor. Ne yazık ki şu mesele ejderha-misal İslam dünyasının derisinde açılmış ve asla kapanmasına fırsat verileyen bir yırtık olarak duruyor. Küçücük karıncalar bile oradan girip dev İslam cüssesini yere serebiliyorlar.

Elbette siz bunu ‘takdir-i ilahi’ diye görüp geçebilirsiniz. Peygamberimizin ‘birlik beraberlik için yaptığı niyaz kabul olmamıştır efendim’ diyebilirsiniz.  Ama bendeniz artık bu yırtığı dikmenin zamanı geldiğine inanıyorum âcizane… Çünkü şu ‘takdir-i ilahi’ (!) yüzünden İslam dünyasının böğrü hep hain hançerlere açık kalıyor.

Acaba İslamlar içinde şöyle bir fitne olmasaydı, dünya ne halde olurdu?

Bugün Kuran hâlâ dünyanın sadece dörtte birinde biliniyor olması ne kadar büyük bir ayıp? Ama emin olabilirsiniz ki bu başarısızlığın en altında yatan sebeplerden biri de içimizdeki cehalet ve hep canlı tutulan şu tefrikadır, yani Şia ve Sünnilik meselesidir.  İslam düşmanları Şii iktidarları Sünnilerle zayıflatmışlar, Sünni iktidarları da Şiilerin işbirliği ile yıkmışlar veya durdurmuşlardır.

Bunun sayısız örnekleri var ama şimdi onları sayıp dökmek yanlış olur. Şimdi o tarihi anekdotları ve misalleri aktarmanın zamanı değildir. Aksine, geçmişte karşılıklı yapılan hatalardan dolayı birbirimizden özür dilemenin ve yaralarımızı onarmanın zamanıdır.  İşte bakınız, şu meseleden dolayı, İslam dünyası kendi zalimine bile dokunamıyor.

Evet, sözü Suriye konusuna getireceğim.  Diyorlar ki Türkiye, Suriye Şii olduğu için müdahale etmek istiyor. İran da o yüzden müsaade etmiyor?

Peki, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, Suriye ile çok ciddi dostluklar geliştirdiği zaman, iktidarda bulunanlar Şii değil miydi?

Türkiye, Suriye’ye dostluk elini uzattığında Nusayriler Sünni miydi ki, şimdi orada işlenen zulme karşı ‘yapmayın etmeyin’ deyince ‘mezhepsel kaygılarla’ hareket etmiş oluyor?

İşte dikkatinizi çekmek istediğim mesele bu!

Efendim Türkiye, Suriye’deki zulmün durdurulmasını istiyormuş da İran buna karşı çıkıyormuş.Çünkü Suriye’deki rejim Şii imiş.

Hangi Şii vicdanı zulme rıza gösterir ki? Hüseynî tavır zulme ve zalime karşı değil mi? Zalim kendisinden olunca Hz. Hüseyin (ra) göz mü yumardı? Hz. Hüseyin (ra) yaşasaydı Beşşar Esad’‘aferin’ mi diyecekti? Beşşar’ın kendi halkını tanklarla toplarla kırmasını ‘Canım bunlar da Sünni yahu!” mu diyecekti?

Hayır! Asla. Çünkü şu anda güya karşı çıktıkları Emevilik koltuğunda Beşşar kendisi oturuyor!  İran halkına bu anlatılmalıdır!

Keşke ‘Hüseynî tavır’ o manasıyla kalsaydı da İslam dünyasındaki tüm zulümlere karşı Hüseyince karşı çıkılabilseydi. Ama öyle olmadı, olmuyor. Gizli bir tarafgirlikle İslam halkları birbirine kırdırılıyor.

Sünnilik ve Şia, tarih boyunca İslam ittihadının yıkılması ve zayıflatılması yolunda kullanıldı. Şimdi bir kere daha buna alet olunmamalı. Ümmetin artık bu tuzağa düşmemesi gerektiğine inanıyorum.

Dolayısıyla da Türkiye’nin bu meselede rahmani bir yol izlemesini arzu ediyorum. Ne yapıp edip İran’ı da işin içine çekerek Suriye’deki zulmü öyle halletmeli. Derdinin Şii iktidar değil, zulüm olduğunu tüm Müslümanlara göstermeli.

Suriye meselesi bir savaş veya silahlı bir müdahale ile çözülecekse Türkiye, İran’sız bunu yapmamalı. Eğer İran yanaşmaz da oradaki acılar devam ederse bu da İslam birlikteliğinin lehine olur çünkü o zaman anlaşılır ki, İran siyasi davranıyor. Müslümanlar artık uyandılar. Kim zalimden yana kim değil, anlıyorlar.

Evet, Suriye iktidarı bir müdahaleyi hak ediyor olsa bile Türkiye, İslam ittihadının geleceği açısından buna girmemeli. Eğer Türkiye’nin bu coğrafyayı toparlamak gibi bir amacı varsa,–ki şartlar Türkiye’yi ona zorluyor- itidalini asla kaybetmemeli. Suriye bu işin turnusolüdür.

“Suriye bir müdahaleyi hak etmiyor” demiyorum. “Hak etse bile bunu Sünni bir devlet olan Türkiye yapmamalı” diyorum.  Türkiye veya herhangi başka bir Sünni devlet, yanına İran’ı almadan, Suriye’yi te’dibe kalkışmamalı. Çünkü böyle bir durum, muhakkak Şii ve Sünni kapışması şeklinde aktarılacak ve sonunda İslam ittihadı bir kere daha yara alacak. Bu da sadece İsrail ve Amerika’nın işine gelir.

O zulümler başka bir devlette olsaydı, rahatlıkla ‘İslam Birliği namına müdahale edilmeli’ derdim. Ama Suriye olmaz.  Çünkü bu var olan bir kan davasını yeniden körüklemek olur. Hassan Sabbah neslinden gelen küçücük bir aileyi Suriye’nin başına geçirenler bunu boşuna mı yaptılar sanıyorsunuz. Bakın BM hiç acele etmiyor. Çünkü bu yarayı açık tutmak işlerine geliyor.

Şii Sünni kavgası kan davası gibi olmuş. Her yıl tekrarlanan seremoniler sebebiyle nerede ise her Şii her Sünni’yi bir Yezid sanıyor. Sünniler de onları sapkın biliyor. Dolayısıyla da tarafları barıştırmak, asırların bu kan davasını çözmek büyük bir fedakârlık, sağlam bir itidal gerektiriyor. Dolayısıyla Suriye’ye müdahalenin, ‘mezhepsel’ değil, ‘insani’ olduğu öncelikle Şiilere anlatılmalı. Aksi takdirde Batı, Suriye ile İslam ittihadını bir kere daha vuracak ve ejderhanın derisinde yeni bir yırtık oluşacak.

***

Derler ki, yılanların kralı ejderha ve karıncaların kralı, Süleyman aleyhisselamın huzurunda bir araya gelmişler. Sonra aralarında tartışma çıkmış. Ejderha cüssesine ve derisinin kalınlığına güvenerek karıncayı küçümseyici davranmış. Karınca bundan alınmış.

Bunun üzerine karınca ona “Bir gün nasıl olsa derinde bir yarık oluşur, sana o zaman gösteririm kim güçlü kim zayıf!” demiş.

Nitekim bir gün ejderha başka bir düşmanı ile kapışırken derisi yara almış. Karıncalar kralı durumdan haberdar olunca karıncalara saldırı emri vermiş. O yırtılan yerden ejderhanın bedenine musallat olan karıncalar, onu yiyip bitirmişler.

İşte maalesef İslam düşmanları, Şiilik ve Sünnilik meselesini ejderin derisindeki yırtık gibi kullanmışlar. Batı yıllarca Şii dünyayı güçlü Sünni dünyaya karşı kullandığı gibi daha dün gibi sayılacak bir zamanda da Sünni Saddam’ı Şii dünyasına karşı kullanmayı başardı!

Biz bu delikten yüzlerce defa ısırıldık. Artık o deliği kapatmanın zamanı değil mi?

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir