Sezaryen Çocuğun Kaderini Tahriptir

Anlatacağım hikâyenin değişik versiyonları olabilir. Ben bende kayıtlı olanı -ki binlercesi kayıtlıdır bende- aktaracağım.

Kırlarda gezintiye çıkmış bir adam, yorulup da bir çalının gölgeliğine oturunca, çalının dalında, küçük bir kozanın varlığını fark eder.

Bu bir kelebek kozasıdır ve tam da o anda kelebek kozadan çıkmaya çalışmaktadır. Adam, bir kelebeğin dünyaya gelmesine ilk defa tanıklık edeceği için heyecanlanır. Onu izlemeye koyulur…

Saniyeler dakikalara, dakikalar saatlere yer bırakır ama kelebek bir türlü kozadan çıkmayı başaramaz. Sonunda adamın da sabrı biter ve şöyle düşünür:

“Kelebek dışarı çıkmak için tüm çabasını harcadı ama başaramadı. Ben insanlık görevimi yapmalı ve onun kozadan çıkmasına yardım etmeliyim.”

Ve cebinden çakısını çıkarıp, usul usul, kelebeğin çıkacağı deliği açmaya, genişletmeye başlar. Nitekim de bir iki dakika içinde kelebek kolayca dışarı çıkıverir. Fakat zavallı kelebeğin bedeni kuru ve kanatları buruş buruştur!

Adam kozadan çıkıp yere düşen kelebeğin, kanatlarını düzeltip uçmasını nafile bekler. Yazık ki kelebeğin ne buruşuk kanatları açılır ne de vücudu narin ve zarif halini alır.

Adamın bütün iyi niyetine ve yardımseverliğine rağmen anlayamadığı şu olmuştur: Kozanın kısıtlamasına karşın kelebeğin daracık bir delikten dışarı çıkmak için göstermesi gereken çaba, kelebeğin vücuduna can yürümesi ve kanatlarının ütülenip açılması için zorunlu kılınmış ilahi bir yasadır!

Kelebeğin, kozanın o dar çıkış yolundan geçerken yaşayacağı tüm sancıları, ağrıları ve ıstırapları onun, yaşamını türünün tüm özelliklerine uygun yaşayabilmesi içindi. Ama büyük bir şansızlık sonucu, bir insanoğlu ona “sezaryen” uygulayıp dünyaya o şekilde gelmesine yardımcı(!) olmuş ve böylece kelebek olup göklerde pervaz etmesi gereken bir tırtılı, tırtıl bile olamayacak özürlü bir hale çevirmiş yerde sürünmeye mahkûm etmiştir.

***

Esasında, kıssadan hisse babından “Sezaryen doğum tam da böyle bir şeydir!” desem, çocuklarını sezaryenle dünyaya getiren annelerin ne yaptıklarını anlatmış olurdum ama yine de biri iki şey daha aktarmada yarar var.

Evet, doğum sancısı kolay bir ağrı değildir elbet ama anne olmak da basit bir şey değildir. Zaten ta işin başından itibaren o ağrıyı çekmek ona takdir edilmiştir. Tevrat’ın Tekvin bölümünde, kadının yasak meyveden yiyip, onu Âdem’e de yedirmesi üzerine Rabbin ona söyle seslendiği aktarılır: “Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim. Ağrı çekerek doğum yapacaksın!” (Bab 3, ayet 16). Bu ayetin, Kur’an-ı Kerim’deki karşılığı Ahkaf Suresinin 15. ayetidir.

Yazıktır ki, şu ifade, sanki doğum sancısının, kadına verilmiş bir ilahi ceza olarak algılanmasına yol açmıştır. Oysa ona bir cezadan ziyade “eşyanın hayrı kabuldeki kabiliyetsizliğinden doğan bir netice” desek mesele çözülecek.

Yani diyelim ki kadın, Adem’i kandırdığı için o cezaya çarptırıldı, peki kelebeğin cezası ne? Kelebek hangi günahı işledi ki kozanın dar ve bunaltıcı ortamından sıyrılmak için saatlerce ter döker? Tüm hayvanlar, hatta nebatat dahi doğum sancısı çeker ve ‘acı’ dediğimiz olayı yaşar.

Eğer biz o acıyı, kuru ve câmid olan bir varlıkta ‘canlılık’ dediğimiz ‘hayat’ın karar kılmasının doğal bir neticesi olarak görebilsek ne ilk günah kalacak ne de kadına yüklenilen o haksız iftira. (Allah’tan bugün biz kelebeğin kozadan çıkarken çektiği acıların hikmetini anlıyoruz. Biliyoruz ki o kanatlı tırtıl, o dar ve sancılı kozadan çıkarken yaşadıkları onu tırtıldan kelebeğe dönüştürüyor. Fakat yazık ki hala sezaryen doğumların, bizleri, insanoğlunun yardımı ile kozasından çıkarılan kelebekten daha kötü sonuçlara mahkûm ettiğini bilemiyoruz.)

Esasında dini metinleri okumada çok hazırcı yaklaşımlar hep insanlığın başına dert açmıştır. Muazzam hakikat ve gerçeklik membaları olan o ilahi metinler, dar düşünceli, eşyadaki hikmeti anlamaktan uzak, kendisi eşyayı ve kainatı anlamamış birtakım tefsirciler yüzünden anlaşılmaz olmuşlar ve insanlar da onların anlayışsızlığı yüzünden dinden uzaklaşmışlardır.

Çünkü onlar çoğu kere, Cenab-ı Hakkın “Biz yaptık, biz ettik…” diye aktardığı kâinattaki ilahi yasalar ile Allah’ı,  tamamen birbirinden ayrı sanmışlar ve iki ayrı kudret tasarlamışlardır. Sonra da güya Allah’ı tenzih etmek için o yasaları O’nun kudretinin dışında görmüşlerdir. Müteal olan Allah ile kâinat içinde tasarruf eden Esma’yı farklı şeyler olarak düşünmek çok eski zamanlardan beri var olan bir yanılgıdır ki bu yaklaşım, tüm çok tanrılı inanışların da kaynağıdır.

Sonunda da karşımıza, yarattığı ve karşısında hiçbir direnme ve karşı koyma kabiliyeti bulunmayan ‘aciz’– zavallı demedim özellikle- insana karşı öfke saçan, ceza yağdıran tehdit eden Bir Allah olarak çıkartılır. Oysa o gazabıyla -gazap bizim algımızla gazaptır, elini kangren etmiş birinin elinin kesilmesi gibi- bile kuluna merhamet eden, rahmeti ve merhameti Zatına(cc) vacip kılmış, bize annemizden bile yetmiş bin kere daha merhametli bir Rabbdır.

Ve kadının rahmini kendi kudretinin inşa alanı yapmışken, neden ceza versin. Demek ki o sancı ceza değil, aksine, tıpkı evrenin rahmine döşmüş ve sönmüş bir yıldızın yeniden can bulup patlaması ve muazzam bir kuazara dönüşmesi gibi, işin tabiatının gereğidir. Eğer insanlar, doğum anında kadında ve yavruda ne tür senkronizasyonlar oluştuğunu, insanın tam ve kâmil bir yapıya varmak için ne muazzam değişmeler yaşandığını bilselerdi sadece kenara çekilip o muhteşem olayı izlemeyi yeğlerlerdi…

Esasında sezaryen, çocuğa yapılan büyük bir haksızlıktır. Onun kaderine cahilce müdahaledir, tahriptir; Bir kere, daha işin başında, bir şeyi elde etmek veya hakkını vermek gibi bir çabadan mahrum ediliyor çocuk. Hayata gelmek için bir direnç bir çaba göstermesi gereken yavruyu, siz bilmem hangi estetik kaygıyla ondan mahrum ediyorsunuz. Hayata gelmek için çaba göstermeye gerek duymayan bir insan, ne için direnç gösterecek ki… Yarın bir gün en ufak bir dirençle karşılaştığında ya kendisine zarar verecek ya sana. Kendi emeğine bile saygısı olmayacak.

İkincisi sezaryen bebeklerde ne annede ne çocukta aidiyet fikri oluşuyor. Baba ve anne hukuku öyle bir sıbğadır ki insan yetmiş yaşına da gelse babasına ve annesine karşı bir çekinme, bir incitmeme, bir saygı hali taşır.  2009 yılında üniversiteli genç bir kızın, annesini planlı şekilde öldürmesiyle gündeme gelen ‘anne katili evlatlar’ çerçevesinde medyaya düşen bir istatistikte -yanlış hatırlamıyorsam-  son beş yılda gerçekleştirilmiş 30 anne cinayetinin 29’unun sezaryen doğumlu çocuklar eliyle işlendiği belirtilmişti.

Makine Cücüğü Anne Tanımıyor

Ben o hadiseden sonra gurklar (yumurtaya yatmış tavuk) üzerinde iki deneme yaptım. Babamın hastalığı münasebetiyle o sıralar sıkça köye gidiyordum. Bir seferinde gurkun yavrusu az diye gidip bir iki makine cücüğü aldım. Tavuk, onları kendi yavrusu sandı fakat o yavrular hiçbir zaman o tavuğu anneleri gibi görmediler ve hepsi heder olup gittiler.

Diğer deneme çok daha sahici idi. Annem gurk olmuş tavuğun altına on bir yumurta koymuş fakat sonra yeterince ilgilenemediği için o yumurtaların bir kısmının cılk olmuş olabileceğini düşünerek benden gidip birkaç yavru alıp çıkacak yavrularla birlikte tavuğun altına bırakmamı istedi. O gün gerçekten de yavruların yumurtadan çıkması günüydü. Baktım çoğu cılk olmuş, sadece bir yavru var. İlçeye gittim ve o gün kuluçkadan yeni çıkmış yedi yavru aldım. Getirip, daha yeni yumurtadan çıkan yavru ile birlikte tavuğun altına koydum. Tavuk, yine hepsini kendi öz yavrusu gibi benimsedi. Fakat o yavruların hiçbirisi anneyi tanımadı. Hayvancağızın tüm emekleri çabalı boşa gidiyordu. Onun çabaları karşısında benim içim eriyordu. O yavrular o tavuğun hiçbir sahiplenme çabasına cevap vermediler. Hiçbiri üç aya ulaşmadı, hepsi heder oldular. Yani o makine cücükleri doğal ortamda doğal şartlara ayak uyduramadılar…

Aynı şeyi biz sezaryen ile kendi çocuklarımızın başına getiriyoruz. Hayata ve karşılaşacakları acılara karşı dirençlerini yok ediyoruz.

Tıp bugün sezaryen doğumlarla ilgili sayısız arazlardan söz edebiliyor. Sezaryen doğumlu olanların büyük ekseriyetinde akciğer yeterli gelişemiyor ve büyük ekseriyetinde astım kaçınılmaz oluyor.

Ana rahmindeki bebekler, beyinlerindeki fazla nemi ancak biyolojik doğum esnasında dışarı atıp gerekli kuruluğu sağlayabiliyor. Sezaryen doğumlarda bu gerçekleşmiyor. Bu durum, doğumu takip eden aylarda ve yıllarda gereksiz ateşlenmelere sebebiyet verir. Çünkü beden, ancak ateşlenmelerle beyindeki nemi kurutabileceğini fark eder ve sürekli beyindeki nemi kurutmak için vücutta hararet yapar. Anne baba bu harareti düşürmek için çocuğa gereksiz yere ateş düşürücüler verir ve sonuçta, beyinde ciddi hasarlar oluşur.

Ameliyat sırasında anneye verilen anestezilerin bebek üzerinde yaptığı derin tahribatlar üzerinde kimse durmuyor. Oysa bebeğin beyinde biriken o anestezik kalıntılar beyni tahrip eder, beynin kimyasal metabolizmasını bozar. Bu da artık net bilindiği gibi hiperaktivite denilen ve bir tür ‘dikkat eksikliği’ diyebileceğimiz rahatsızlıklara yol açar. Bu hastalıklar için önerilen Ritalin ilacı ise, sonunda çocukta geri dönüşü olmayan arazlar bırakıyor.

Ben tabip değilim, sadece konunun amatör bir araştırmacısıyım. Bu konuda az bir araştırma yapıldığında bile uzmanlardan sezaryen doğumların vücutta ne tür tahribatlar yaptığını öğreniyorsunuz. Üç beş muhteris doktor ve güya estetik kaygısındaki-ki çoğu da anneliğin ne muazzam bir rütbe olduğundan habersiz- anneler yüzünden ne hayatların çürüyüp gittiğini göremiyoruz.

Bir iki cümle ile konuyu kapatıyorum. Doğum sırasında çocukta aktive olan bazı genler sezaryen doğumlarda aktive olmuyor. Bu genler, bereket, kanaat, haya ve büyüklere saygı gibi rahmani hislerdir. Sezaryen doğumlu çocuklarda, edep, korku, hayâ, çekinme hisleri aktive olmuyor. Aile bunları daha sonra kendi çabalarıyla çocuğa yüklemeye çalışsa da ne kadar başarılı olduğu tartışılır.

Ana rahminde birçok organımız var ki onları kullanmayız. Kozadaki kelebek de kanatlarını kullanmazdı hatırlayın. İşte doğum sırasında çekilen sancılar o noktada da birçok genetik aktivasyonun oluşmasına sebep olur ki maalesef onlar da aktive olmazlar… ve çocuk arazlı, öfkeli, tahammülsüz, aidiyet fikri oluşmamış, küçüğüne şefkat büyüğüne saygı göstermeyi sağlayan rahmani mekanizmalardan yoksun bir varlık olarak dünyaya geliyor.

Daha sonra bu tavırlar çocukta görülünce de “Allah Allah bu çocuk kimden peydah oldu böyle…” demekten kendilerini alamıyor…

Bu konu kitaplık bir konu! Allahtan ki insanlık uyanmaya başladı da şeytanın bir oyunu olan şu usulün ne kadar yanlış olduğu anlaşılmaya başlandı. Elbette, her dönemde ve her konuda “Ez-zarurât tübîhu’l- mahzurattır!” Yani zorunluluk varsa sezaryen doğum da mubahtır.

Ama unutmamak gerekir ki, sezaryen, annelerin çocukları üzerinde oynadıkları bedeli ağır bir kumardır!

Ve Hükümete Birkaç Söz!

Bu arada sezaryenin de kürtajın da bu kadar yaygınlaşmasında iktidarın da büyük rolü olduğunu not etmek zorundayım.

Bugün başbakan haklı olarak çıkıp kürtaj ve sezaryene karşı tavır alıyor amma unuttuğu bir şey var. Bu yönetimin iktidarı devraldığı 2002 yılında sezaryen doğumların tüm doğumlar içindeki oranı yüzde on civarında idi. Bugün ise maalesef yüzde ellilere dayanmış.

Ve işin daha da garibi en çok sezaryen doğuma itibar edenler yeni yetme zengin İslamcı aileler. Maalesef bu kesimdeki estetik kaygısı, formunu koruma titizliği ve şatafat özentisi de sezaryen doğumların artmasında büyük rol oynadı.

Bir diğer gerekçe ise pıtrak gibi çoğalan ve ‘yandaş göründükleri için’ de ciddi bir kontrole tabi tutulmayan özel hastanelerin kısa zamanda çok para kazanma ihtirasıdır… En çok sezaryen doğum yaptırmış hastaneleri belirlemek çok kolay. Hükümet şu meseleye o noktadan eğilse sezaryen doğumların oranı yüzde elli oranında eksilir.

Maalesef Müslümanların en çok dejenerasyona uğradıkları dönem bu dönem oldu. Yani bugün iktidarın yakındığı şeyde kendi payının olduğunu da görmesi gerekir.

Kürtaj meselesine gelince… Bu, genel bir insanlık dramı! Maalesef bireysel ahlakı kontrol eden mekanizmalar her gün biraz daha zayıflıyor. Bu iktidar döneminde aileler, kendi seçtikleri iktidar olunca Şeytana karşı tedbiri de elden bıraktılar. Şimdi ne nefislerine ne de çocuklarına söz geçirebiliyorlar. Nasıl olsa “Batı normlarına uyacağız” diye zinayı da suç olmaktan çıkardık maşallah! Hatırlayın Sayın Arınç  “O konuda kantarın topuzunu kaçırdık!” diyerek iktidarın bu hatasını itiraf etmişti.

Liberal hürriyet anlayışına dayanan Batı tarzı demokrasilerde insanın ıslah programı yoktur. Başkalarına zarar vermediği takdirde bireyin her türlü haltı işlemesi mazur görülmüş. Oysa İslam, insanı kendi vücuduna ve varlığına karşı da mesul tutar. İktidar bu noktada da Batılı gibi davrandı ve hakikaten toplumun yaygın bir dejenerasyona maruz kalmasına fırsat verdi.

Esasında muhalefet adam gibi muhalefet etse, iktidarın bu tür zaafları daha ciddi işlenecek ve belki de bu kadar “large” olmasına imkan verilmeyecek. Ama maalesef taraftar basın şeytan savmaktan salavata fırsat bulamıyor.

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir