Türkiye için ‘Teenni’ Vaktidir!

Türkiye’nin son günlerde Suriye konusunda biraz geri durduğu görülüyor. Bu iyi bir gelişme.

Hem bu, hem de İran’la aramızdaki soğukluğun giderilmesi yolunda atılan adımlar son derece basiretli ve yararlıdır.

Esasında Türkiye bölgede gerçekten söz sahibi olmak istiyorsa; daha doğrusu kaderin onu zorladığı görevi üstlenmek niyetinde ise, öncelikle bölge kavimleri nezdinde ‘ağabey’lik vasfı edinilmeli. Bu da başkasının gücüyle ona buna ‘harrik’ çekmekle olmaz.

Çünkü bu coğrafya’da elini türküsünü çığırmak hep pahalıya mal olmuştur. Evet, bu coğrafyanın halkları, yabancı müstevlilere açıktırlar ama yine de dışarıdan gelen müstevlilere kapısını açan, onlara çanak tutan veya yardımcı olanları bağışlamaz. Türkiye hakikaten, Suriye halkının selameti için çabalıyor olabilir ama maalesef bu çabalar bir takım yabancı güçlerin niyetleriyle de örtüşüyor.

Evet, bu coğrafyada, Osmanlı tasfiye edileli beri kan ve gözyaşı eksik olmuyor. Evet, bu durum, Türk milletine ve Türk devletine bir takım sorumluluklar yüklüyor. Ama ne henüz o birlik ve beraberlik sağlanabilmiş ülkede, ne de Türkiye’nin ekonomik ve askeri gücü/yapısı bu tür sorumluluklar üstlenmeye müsaittir.

Türk milleti, 18. yüzyıldan itibaren kaybedenler tarafına geçti. Hâkimken ve güç kendisinde iken alta düşmek, ilerlemekte olan kavimlerin ayakları altında kalmak, evet bir mukadderat olabilir ama bu bir hak ediştir aynı zamanda.

Çünkü Allah, kendisini değiştirmeyen toplumu değiştirmeyeceğini taahhüt ediyor. Bir millet, devlet olma azmini ve imkânını yakaladıktan sonra onu sürdürebilmenin imkân ve kabiliyetlerini de var etmeli ki devleti devam etsin. O imkân ve kabiliyetini kaybettiği an biri gelir ve sizi tarihten siler.

Bir devletin varlığının sürdürmesinin temel şartı, adalet, bilgelik ve güçtür. Kendisini güncelleyen bir bilgiye dayanan adil bir toplumun devleti de baki kalır. Bir devlet veya millet hakkında ‘galaktik öfke’nin (gadab-ı ilahinin) devreye girmesinin en temel sebepleri cehalet ve zulümdür.

Osmanlı, birkaç konuda hata etti. Bunlardan birincisi, kuruluş safhasında var cihad bilincinin kaybedilmesi, ikincisi; bilim üretmeyi bilememesi, üçüncüsü; bilhassa 18. yüzyılda vergi toplama işini ayanlara bırakmasıyla zulme kapı aralamasıdır…

Bu üçü Osmanlının istikametini kaybetmesine sebep oldu. İstikametini kaybeden bir devlet de önünde sonunda tasfiye olurdu ve oldu.

Aynı şey Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir. O da, daha işin başında ırkçılık esasını temel alarak hareket ettiği için, vatandaşlarının büyük bir kısmına mağdur etti. Eğer o baştaki hal yani 1930’lu 40’lı yıllardaki zulüm ve tutum devam etseydi, emin olabilirsiniz ki Arap baharı dediğimiz sarsıntıların en elimi ve en şiddetlisi bu topraklarda olurdu. Ama Türkiye’de rejim, sağ iktidarlar eliyle bir parça kendisini insanileştirebildiği için o sarsıntıları derin yaşamadı.

Bugün yakalanmış durum yine de gecikmiş bir durumdur. Eğer darbeler olmasaydı, son on yıl içinde yapılan değişiklikler belki de daha 50’li yıllarda gerçekleştirilir ve Türkiye bugün bu krizleri yaşamazdı.

Yapılamadı.

Çünkü milletin kendi mecrasını bulması; bin yıllık mukaddes hizmeti olan ‘ilâ-yı kelimetullah’ vazifesini hatırlaması istenmiyordu. O yüzden de içerden ele geçirilmiş memurlarıyla, millet sürekli dizginleniyordu.

Osmanlı döneminde darbeler sivil bürokratlar eliyle yapılıyordu. İkinci Meşrutiyette askerler de işin içine katıldı. Cumhuriyet döneminde ise, rejimin kollanması adı altında bu görev askere verildi. Asker de, milletin İslam ile buluşmasını sağlayacak her türlü gelişme ve yaklaşımı dizginledi. Bizdeki darbelerin temel amacı  Milleti, batı için tehlike teşkil etmeyecek vaziyette tutmak.

Böylece 2000’li yılların başına kadar gelindi.  Bu tarihten sonra gerek cemaatlerin dur durak bilmeyen çabaları ve gerekse sağ iktidarların sürekli darbelerle alaşağı edilmesinin toplumda yarattığı direnç, devleti, değişmeye ve dönüşmeye mecbur etti.  Tabii Lozan’ın bağlayıcı saklı maddeleri de artık miadını doldurmuştu… Avrupa’nın ‘hasta adam’ı  bir kere daha ayağa kalkmak niyetinde idi.

Kendisini değiştirmek ve dönüştürmek istiyordu ama nasıl? Çünkü cumhuriyet tarihi boyunca izlenen politikalar ve takip edilen güya mili maksatlar neticesinde bu ülke, kendi ikliminde, kendi coğrafyasında ‘yabancı’ olmuştu. Tüm eski yol arkadaşları ve kardeşleriyle arası bozulmuştu.

Eski can yoldaşı Kürt, hain bir teröriste(!)  dönüştürülmüştü. Arap zaten haindi ve bizi hep arkadan vurmuştu(!). İran deseniz hiçbir zaman bizimle tam iyi olmamıştı. Suriye mayınlı arazi, Yunan kadim düşman, Bulgar mezalimleriyle hafızamıza kazılmış bir komşu, Ermenistan can düşmanı, Kıbrıs, baş belası haline gelmişti.

Amerika’dan, Avrupa’dan ve İsrail’den başka dostumu(!) kalmamıştı. Onlarla olan dostluğumuz, bölge halklarının bize şaşı bakmalarının yegâne sebebiydi ama bu dostluktan da hemen feragat edebilecek ne imkanı  kalmamıştı ne gücü!.

Ve üstelik PKK diye bir bela milletin başına sarılmıştı ki, kimin adına hizmet gördüğü bilinmez halde idi. Can doğruma makinesi haline getirilmiş örgütün tam olarak kime hizmet ettiği de belli değildi. Bir tek gayesi vardı kim millete düşmansa ona yoldaştı. Ve yazık ki güya Kürt halkının davasını güdüyordu.

İşte Türkiye tam da böyle bir ortamda kendi coğrafyasındaki olaylara müdahil oldu. Onun kendi coğrafyasındaki olaylara yönelmesi eski efendilerini huzursuz etti.

Önce birileri çıktı, Osmanlı Doğuyor diye aslı astarı olmayan iddialar ortaya attı. Nedense bu iddianın sahipleri hep Batı toplumları içinde gizlenmiş olmuş Yahudi kökenli yazarlar ve siyaset tarihçileri idi. Türkiye büyüyor, Türkiye uçuyor, Türkiye’nin bileğini artık kimse bükemez, Türkiye ‘Eksen Kayması’ yaşıyor, Türkiye tarihiyle buluşuyor, Türkiye Batı kulübünden ayrılıyor falan gibi vakitsiz iltifatlarla bizimkiler de havaya sokuldu. Oysa bu ülkede iktidar olmak dahi hala onların müsaadesine bağlıydı…

Evet, hakikaten de bölgede yeni değişmeler yaşanıyor ve olaylar asıl mecrasına doğru akmaya başlıyordu. Türkiye de doğal olara kendisini, bu coğrafya içinde yeniden konumlandırmak istedi.

 Bu yeni pozisyonun önüne nasıl bir alan açtığını anlamakta gecikmedi. İçerden ve dışarıdan bir takım açılımlarla, adeta, bölge halklarına bir tariz verdi.  Kafkaslardan, Balkanlara, Ortadoğu’dan Türkî cumhuriyetlere ve hata Afrika’ya varıncaya kadar her alanda yeni irtibatlar kurarak, eski düşmanlıkların açtığı yaraları sarmaya başladı. Elbette ki bu, Türkiye’nin hızla büyümesini ve bölge olaylarına müdahale etmesi imkânını da beraberinde getirdi.

Bu imkânları hakiki manada kullandığı takdirde önümüzdeki beş on yıl içinde gerçekten bölgede ağabeylik rolü yapabilecekti.

İşte her şey tam da bu noktada başladı. Yeni Osmanlıcılık, gelişen büyüyen Türkiye söylemleri esasında Türkiye’yi heveslendirmekten çok birilerini harekete sevk etme çabasıydı; Yani Türkiye’yi durdurun! Ve çarklar dönmeye başladı… İşte Suriye olayının başımıza sarılması budur. İran ile nükleer kavgası budur. Füze kalkanının getirilip Malatya’ya oturtulması budur.

Çünkü onlar da biliyorlar ki Türkiye’yi büyümekten alıkoyacak şey, komşuları ile kavga etmesi, halkıyla didişmesidir. Rusya ile 19. yüzyıldaki mücadelelerimiz,  bize bir imparatorluk kaybettirdi. Uzun zamandır Rusya ile savaşımız yoktu. Şimdi o kapıyı açmak için bile zorluyorlar. Ve maalesef bunun gerekçelerini de var ettiler. PKK o gerekçelerden biridir. Suriye o gerekçelerden biridir. Sadece eleştiren, olumlu hiçbir katkı sağlamayan muhalefet dahi onlardan biridir.

Türkiye için TEENNİ vaktidir. Bir kere ne pahasına olursa olsun, İran’la arayı düzeltmeli. Tükürdüklerini yalamak pahasına Suriye meselesinin çözümüne İran’ı dâhil etmeli. Ermenistan’a tek taraflı iyilikler sunmalı.

Kürt meselesini net bir şekilde PKK olayından farklı gördüğünü göstermeli. Ve terörü durdurmak, artık Türk milletinin başına bela olmuş şu örgütü tasfiye etmeli. İsrail’e Amerika’ya batılı devletlere yıllardır ödün veriyoruz.

Ne var biraz da Kürt kardeşimize versek o ödünü, Ermeni komşumuza versek yahut iktidarımızı İran’la paylaşsak. Geçen yüzyılın başında güneş batmayan bir imparatorluk olan İngiltere iktidarını Amerika ile paylaştı da ne kaybetti?

 Türkiye de Mısır ve İran ile pekâlâ iktidarını paylaşabilmeli ve ümmetin selameti için, Müslüman halklara yakın durmalı. Türkiye için teenni vaktidir zira…

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir