Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker, 2009-2010 adli yıl açış konuşmasında, ”Cumhuriyet ve Demokrasi” kavramlarına vurgu yaparken, ilginç bir cümle de sarf etti:
”Vatan-millet sevgisi ilkel, modası geçmiş bir duygu değil, özgürlükçü demokrasinin ve toplumların geleceğinin de vazgeçilmez güvencesidir.”
Amenna! Doğrudur. Fakat devlet adına hareket eden birileri, bu vatanı birileri için yaşanmaz kılarsa ne yapsınlar?
Bu husus, benim de bir süredir eleştirdiğim bir konu. Vatan konusunda farkındalığı zayıf yeni yetme dindarlara “iman, hubbu’l- vatanı içermiyor” deyip duruyorum.
Çünkü eskiden iman, ‘hubbu’l-vatan’ı ihtiva ederdi; “vatan sevgisi imandandır” denirdi. Son 15-20 yıldır, işler değişti. Çünkü Sayın Gerçeker’in ‘ulusal birliğin simgesi’dediği devletin, kendi vatandaşları arasında dayattığı ayırımcılık ve dışlama siyaseti birçok insanımızı, bu vatan ve millet hakkında şüpheye düşürdü.
Kendisini dışlanmış ve reddedilmiş hisseden bir insan, ‘vatan sevgisini’ imanının içine nasıl sığdırabilsin?
Çok uzun değil, 20-30 yıl önce ‘Hubbül vatan mine’l-iman’ denirdi. Ve aslında da öyledir. Bir mümin için vatanı azizdir. Çünkü vatan olmadan dinini yaşayamazsın, neslini istediğin gibi yetiştiremezsin. Ama düşününüz ki vatanın seni dışlıyor, çocuğunu inandığın gibi yetiştirmene fırsat vermiyor. Yok, illa da “ben evladımı dindarane yetiştireceğim” dediğin zaman, devlet çıkıp o evladın önünü kesiyor. Böyle olunca da ne sevgi kalıyor, ne de saygı.
Aslında işin bu noktaya geleceği ta baştan belliydi. Çünkü ‘ulusun birliği’ni temsil eden ‘devlet’, ulusu meydana getiren unsurların bir kısmını (laikçi/Kemalist elitler) ‘devletin sahibi’, diğer kısmını (laikçi ve Kemalist olmayanlar) ‘ötekiler’ diye tanımlayarak işe koyulmuştu. Sonunda yağ aside dönüşünce şimdi yakınıp duruyorlar…
Devlete küsülmez, devlete kızılmaz, devlet soyut bir şeydir diyorlar. Elbette ‘devlet’ soyut bir kavram… ‘Devlet kimdir?’ dendiğinde, bir köylü için muhtardır, jandarmadır; bir suçlu için polistir, savcıdır, hâkimdir; bir öğrenci için YÖK’tür, rektördür, dekandır, müdürdür. Ve tabii ki özellikle bizim ülkemizde devlet askerdir. Asker ise darbedir, dikçiktir. (Burada genel bir algıyı aktarıyorum. Askerimiz bundan ibarettir demek mümkün değil, doğru da değildir!)
Şu kesimlerin her birinin kurumsal anlamda yaptıkları hatalar veya bu kurumları temsil eden her bir şahsın işlediği cinayetler, doğrudan devlet eliyle işlenmiş gibidir ve devletin hanesine yazılır.
Hem de yazılmıştır. Son bir iki asırdır, şu devletin, toplumun tüm kesimlerine karşı ciddi hataları olmuştur. Hemen hemen her kesimi incitmiştir; sürgünler, tehcirler, zulümler, kayırmalar… Bütün bunları tabii ki birtakım insanlar devletin adını kullanarak yapmıştır. Bu ülkede üzerine gidilmemiş hiçbir kesim yoktur.
Buna rağmen, bu halklar hâlâ bir millet bütünlüğü sergiliyor ve devletini sevmeyi sürdürüyorsa başta Sayın Gerçeker bilmeli ki, bu, milletin alicenaplığıdır.
Mesela, Yargı’nın sadece Cumhuriyet döneminde sergilediği tutum için, Sayın Gerçeker, ‘Yargı adildir ve adil davranmıştır.” diyebilir mi?
Yargı kullanılarak işlenen cinayetler, İstiklal Mahkemeleri’nde yaşananlar, takrir-i sukûn içinde işlenenler, Demokrat Parti’ye yapılanlar ve askerlerin talimatıyla seyri ve neticesi değişen mahkemeler, 12 Eylül sonrasında keyfî asılan ve astırılan gençler, hapishanelerde nesilleri ve zürriyetleri kesecek kadar acımasızca işlenen işkenceler, Refah Partisi, AK Parti DTP söz konusu olduğunda kanunlarda yapılan çarpıtmalar…
Bir hâkim düşünün ki, karşısında acz içinde duran, mazlum bir başbakana “Ne yapayım seni buraya tıkanlar böyle istiyor.” diyebilmiştir. Bir Yargıtay başkanı düşünün ki, hoşlanmadığı bir partinin kapatılması için kanunları keyfî biçimde çarpıtıp eğip bükmeyi pekâlâ adalet sanabilmiştir.
YÖK, Askeriye, Yargı ve benzeri -özerklik hakkı bulanan- kurumların, onu temsil eden başkan veya sorumlularının kanaat ve inançlarına göre tavır almadığını kim söyleyebilir?
Başörtülüler, ‘imam hatipliler’, ‘ben Kürdüm’ veya ‘ben Atatürkçü değilim’ diyenler ne zaman insaf gördüler? Devlet onlara ne zaman ‘kendi vatandaşı’ gibi muamele etti? Elbette bu kesimlerin mevcut nizamı bozacak fiillerini cezalandırmayın demiyoruz.
Ama bu kurumlar, bu kesimleri, niyetleriyle cezalandırdılar. Onları potansiyel tehlike saydılar. Ve bunu ‘adaletsiz ve insafsız’ uygulamalarla açığa vurdular. Böylece toplum cumhuriyet ile demokrasinin farklı şeyler olduğunu düşünmeye başladı, millete de, vatana da, cumhuriyete de küstü.
Ve sonunda gün geldi, birtakım insanlar ‘vatan sevgisi imandandır’ kaziyesine rağmen, adil davranmayan cumhuriyeti, eşit davranmayan devleti, huzur vermeyen vatanı sevmez oldu. Ve bir kısmı bu sebeplerle terk-i vatan eyledi. Evet garip ama bugün birçok müminin imanı, ‘vatan sevgisi’ni içermiyor. Sebebi de bizatihi, devleti temsil eden kurum ve elitlerin, devlet ve cumhuriyet diye bize dayattıkları yöntem ve uygulamalardır.
Sayın Gerçeker yakınsa da, Türkiye’de cumhuriyetçiliğin, ”katı bir devletçilik anlayışı olarak demokrasiyi yok edici bir fonksiyonu bulunduğu”nu’ hepimiz biliyoruz. Eğer Sayın Gerçeker daha çok üzülmek istemiyor ve cumhuriyetin, üniter devlet yapımızın daha fazla yıpratılmasını istemiyorsa, Türkiye’deki demokrasi anlayışının ”bir kurum, toplum içerisinde yaşayan bireylerin karşılıklı hak ve özgürlüklerinin varlığına dayanan bir yaşam biçimidir” şeklindeki cümlesi üzerinde biraz daha düşünsün!
Dindarıyla, Türküyle, Kürdüyle, DTP’lisiyle komünist ve faşistiyle her bir insanın fikrinde hür olduğunu, toplumun huzurunu bozacak eylemlere başvurmadıkça hiçbir insana dokunulmayacağını pratikte göstermedikçe, cumhuriyetçilik, demokrasi özlemleri altında ezilecektir.
Eğer devlet kendisini oluşturan unsurları ayrıştırıcı ve öteleyici huyunu bıraksa bu tartışmalar kendiliğinden son bulur. Ve her adli yıl açılışlarında böyle ağıtvari, hüzünlü ve sitemli konuşmalar yapmaya gerek kalmaz. Bu iş bu kadar basit!
Her insana, insan olması hasebiyle insanca yaşama imkânı verilmiş olsa, ne başörtüsü davası kalır, ne Kürt davası kalır, ne Alevi davası. Ama siz kendiniz birtakım tanrıları uydurup, sonra da milleti zorla o sanal ve reel tanrılara tapmaya zorlarsanız, bu elbise her gün bir yerlerinden patlar. Ve sürekli yeni açılımlarla, o sökükleri, o yırtıkları dikme çabasıyla ömür geçer. Sonunda da biri çıkar, olmuyor bu elbise arkadaş, olmuyor işte deyip karşınıza dikilir!