Ya Yeni Hal Ya Yeni Hal

Uzun zamandır sizi ihmal ettiğimi biliyorum.

Bu ihmalim biraz da Türkiye’nin gündeminin aynı konular etrafında dönüp dolaşmasından kaynaklandı. Sizi, zaten bildiğiniz meselelerle meşgul etmek istemedim.

Malumunuz, günlük dedikoduları yazmayı sevmiyorum. Siyaseti dahi, bilindik halleriyle evelemek de bana göre değil. Eğer mevcut gündemin istikbaline dair söyleyecek bir sözüm yoksa bir şey yazmamayı tercih ediyorum.

Gerçi Ramazan boyunca -eskiden sık yaptığım gibi- beslenme ve Ramazan orucunun dünya hayatına bakan yönleriyle ilgili bir iki kelam edilebilirdi. Ona hala ihtiyaç var…

Orucun ahiret hayatımıza bakan faydaları ile ilgili zaten ciltlerle kitap mevcut. Her daim herhangi bir kaynaktan bulunabilecek bir kıssayı alıp süslemek de okuyucuya saygısızlık gibi geliyor bana. “Şöyle yapmanın şu kadar sevabı var, böyle yapmanın şu kadar faydası var” cinsinden, bin yıldır tekrar edilen üslubuyla da dini meselelere girmek faydasız. Mevlana hazretlerinin dediği gibi “yeni şeyler söylemek lazım”.

İbadetler için de aynı şey geçerli. Ben dinin ve ibadetlerin, dünyevi hayatımıza bakan yönleriyle meşgul olmayı daha çok seviyorum. Çünkü bugünün Müslümanını cennetle müjdeleyip cehennemle korkutmak pek kar etmiyor. O anda biraz etkilenmiş gibi görünüyorlar, sonra unutup gidiyorlar. Onlara illa da işin dünyevi cihetini; yakın tehlikesini, yani dünyaya bakan menfaatini veya zararını hissettirmek gerekiyor ki ilgilensinler, umursasınlar… Zira günümüz insanının –ve tabii Müslümanların da yazık ki-,  “ ‘âcile” (yani dünya hayatı) ile ilgili bir ihtiyacı varken “âcile” ile ilgilenmediğini iyi biliyorum.

Bu zamanda, yaşama hırsını, dünyevi hayat lezzetini ve hayatın konforunu sağlama şehvetini temin etmekle görevli cihazımız –aşırı ihtimamdan dolayı- arızalandığı için, vücudun tüm mekanizmalarını ve latifelerini, kendisiyle meşgul olmaya mecbur bırakmış. Dolayısıyla da bugünün Müslümanı, dünyevi küçük bir menfaatini temin etmek için uhrevi büyük bir faydayı görmezlikten gelebiliyor.

Bu bir tespit, kınama değil. Çünkü ben dahi bu çağın insanıyım ve eminim ki çağın marazlarından payımı almışımdır. Kimseyi kınayabilecek kamette değilim yani. Kendimi de içine katarak tespitte bulunuyorum. Hepimiz dünya nimetlerine karşı açgözlü olmuşuz. Rahatımız yerinde ise başkalarının derdi yeterince bizi rahatsız etmiyor. Zaten bu durum, İslam dünyasının hali pürmelaliyle de açık seçik görülebiliyor.

Böyle olunca da içimden gelmiyor ki nasihat cinsinden konulara gireyim. Yıllarca “Ramazan! Semirme vakti” diye yazılar yazdım. Bir faydası yok. Herkes işin hakikatini biliyor ama yine de iftar masasını padişah sofrası gibi donatmaktan kurtulamıyor…

O zaman kimsenin rahatını bozmamak daha evladır. Ayet, “kulû va’şrabû ve la tusrifû”  (Yiyin için israf etmeyin) diye emrediyor, biz ayeti “kulû va’şrabu vela tunsifû” (yiyiniz içiniz insaf etmeyiniz) şeklinde anlıyoruz…

***

Fakat yine de bu tespitlerim sizi ümitsizliğe sevk etmesin.

Zira Resalluah sallallahu aleyhi vessel, ahir zaman ümmetlerini kast ederek “Onlar dinin onda birini yapabilseler, kurtulabilirler” buyurmuş. Biz de ümitvarız ki o onda birlik kısmı yapabiliyoruzdur inşallah…

Rabbimin Müslümanlara yaptığı ikramdan ben bunu anlıyorum. Şu, dur durak bilmeyen, Ramazan ve bayram tanımayan savaşlar, kırımlar, acılar ve katliamlar varya… işte onlar mazlum müminlerin ahiretini kurtarıyor inşallah. Her ay binlerce Müslüman yitip gidiyor. Ahir zamandır.

Kendi başlarına ve kendi amelleriyle ahireti kazanamayacak olan yüzbinlerce mümin, mazlumen hayatlarını veya mallarını kaybettikleri için Allah katında azim bir hak sahibi oluyorlar inşallah.

Elbette ki külli belalar ekseriyetin günahına terettüp eder. Ekseriyet fesada gidecek ki bela gelsin. Evet, bu haktır ve doğrudur. Ancak, hak edilen bela gelip isabet ettikten sonra o Müslüman toplumun fertleri artık masum hale gelirler -çünkü ceza gelip onları bulmuştur-. Tercih ettikleri hayat tarzıyla asla cenneti kazanamayacak bir yığın Müslüman, zulmen öldürülmekten dolayı affa mazhar olup cennet ehli oluyorlar inşallah. Cennete gitmeseler bile şu hal, onların ahireti için faydadır. Peygamber efendimiz, “Yeryüzünden kaldırılacak ilk rahmet taundur” buyurur. Bunun ne manaya geldiğini ancak mümin bilir. İnanmayan ise, “ ‘Taun’ (yani kitlesel ölümlere sebep olan hastalık) nasıl nimet olur canım!” diyerek itiraz eder. Taunun rahmet olması, hikmet gereği,  “kurunun yanında yaşın da gitmesi” sebebiyledir…

Kan ve gözyaşı içinde yüzen Müslümanların şu haline, ölen mazlumların bir tür şehit sayıldıkları hakikatiyle tahammül edilebilir ancak. Aksi takdirde şu utançlı hal, hacaletli durum, hiç birimize gece uykusu hakkı vermemeliydi. Huzur ve rahat yüzü göstermemeliydi. Ama işte görüyorsunuz, vücudumuzun bir yanı kan revan içinde, bir yanı da şad u hurrem!

İRAN, BATININ TAKTİĞİNE YİNE YENİK DÜŞER Mİ Kİ

Şehabettin Tekindağ hocamız anlatmıştı rahmetli; “Turan taktiği çok basittir ama düşmanı her seferinde tuzağa düşürür” demişti.

‘Turan Taktiği’ denilen şey, meydan savaşlarında ordunun merkez kuvvetlerinin sanki yenilmiş gibi geriye çekilmesi ile başlayan ve düşmanın, sağ ve sol kanatlar tarafından tamamen çembere alınıp imha edilmesiyle sonuçlanan bir savaş şekli… Hakikaten de düşman orduları her seferinde bu Türk taktiğini yutmuşlardır…

İran’ın üzerindeki ambargonun tam da şu sıralarda kaldırılmış olmasını düşünürken aklıma bu misal geldi. Acaba bizler (yani Müslümanlar) de birilerinin taktiğini her seferinde yutuyor muyuz?

Batı şu kadar asırdır bizi her seferinde tuzağına düşürebiliyorsa “evet” demek zorundayız. Evet, Batı her seferinde aynı numaraları bize çekiyor ve biz de yutuyoruz. Bizi daima içimizden ve kardeşimizle vurabiliyorlar… Müslümanların bir kesimini daima ötekine karşı kullanabiliyorlar…

Maalesef Müslümanların din kaynaklı sosyal yapısı, bu kullanımlara fırsat verir durumdadır. Hıristiyan Avrupa, mezheplerin, “din” imiş gibi dayatılması yüzünden yüz yıllarca savaştığı için nihayet aydınlanma çağında buna bir son verdirecek çareyi buldu. Birliğini de kurdu. Yüreklerinde birbirlerine karşı taşıdıkları kin ve nefrete rağmen[1] birlik olabildiler. Ama bizi mezheplerin yol açtığı tefrika ile vurabilmek için, o yaramızı hep kaşıyıp tazelediler. Din adamlarımız da buna çanak tuttu. İman ve imana dair her biri Uhud dağı kıymetindeki “müşterek”liklerimizi görmezlikten geldiler de çakıl taşı mesabesindeki farklılıkları önemsediler de önemsediler… Kültürel farklılıklarını Kurani kavramların önüne geçirdiler…

İşte bakın, İslam dünyasında son yıllarda Batıya karşı yükselen öfke ve direnç, onları eski bir manivelayı yeniden kullanmaya yöneltti. Yıllardır ‘öcü’ gibi gösterdikleri –ki o da esasında bir taktikti, defalarca yazdım- İran’ı birden bire sevimli bulmaya başladılar. Ambargo uyguladıkları İran, güya her arzularını yerine getirmiş gibi bağırlarına bastılar ve bloke ettikleri 140 milyar dolarını da serbest bıraktılar.

Şimdi şu vaziyette İran, İslam dünyasıyla birlikte hareket eder mi?

Etmez!

Batı, Osmanlı tarihi boyunca bu taktiği her daim uyguladı ve her daim de İran’ı kendi yanına çekmeyi başardı. Ne zaman ki Osmanlı Avrupa üzerine güçlü bir sefer düzenlese, Osmanlı ordusu, İran sınırında meydana gelen ağır tahrikler veya olaylar yüzünden acilen dönüp Anadolu ile meşgul olmak zorunda kalmıştır. Şimdi de aynı taktik.

Elbette günümüz Türkiye’sinin Batıya yapabileceği bir şey yok. Öyleyse batının İran’ı kendi yanına çekme çabasının sebebi ne?

Efendim Türkiye artık Batının boyunduruğu altında kalmak istemiyor. İşte işlerine gelmeyen bu! Türkiye’nin bu boyunduruğu üzerinden atmaya gücü yeter mi, imkânı var mı bilemiyorum ama Sevr ve Lozan ile bize dayatılmış bazı siyasi ve manevi ambargolardan kurtulmak istediği de hissediliyor.

Batı uzun süre, Türkiye’yi bu tür hamleler yapmaktan caydırabildi. İşte hemen burnumuzun dibindeki bir mesele; Ayasofya’nın açılması meselesi! AK Parti, seçimlerden önce Ayasofya’yı ibadete açabilseydi, seçimi kazanırdı. Kendilerine de haber verildi. “Eğer açmazlarsa iktidarı kaybedecekler diye…” Efendim konjonktür müsait değilmiş!

İşte o konjonktür dedikleri şey, o hegemonyanın siyasiler arasındaki adıdır…

Ama artık galiba onlar da biliyorlar ki Türk halkını, istikbalini istemekten vaz geçiremeyecekler. Batının boyunduruğu artık bu millet ar geliyor zira!  Milleti bundan vaz geçirmek için onu kendi coğrafyasındaki –yine kendi eserleri olan- problemlerle boğmak istiyorlar. Sınırlarımızın içinde ve dışında sayısız hadiseler meydana geliyor. Bağımsız ve onurlu bir ülkeyi harekete sevk edecek, “yeter be!” dedirtecek bir yığın olay yaşanıyor.  Türkiye’yi de İslam dünyasının içinde boğulduğu atmosfere sokmak istiyor. Bunu ırakta denediler olmadı. Suriye konusunda da tutmadı. Ama her iki olayda da gerçek zarara uğrayan hep Türkiye ve Türkler oldu.

Türkiye tüm kırmızıçizgilerini çiziktirdi. Türkmenlere ait coğrafya yok edildi. Kerkük, Musul, Erbil, Diyarbakır, Elbeyli ve Halep civarı Türkmen yurtlarıydı. Şimdi Erbil, Kürdistanın başkenti. Diyarbakır Kürt coğrafyasının ana merkezi. Musul bitik, Kerkük elden çıkmış. Caber terk edilmiş, Halep yanmış, yıkılmış.

Türkiye hiç huzurunu korumak maksadıyla maalesef bütün bunları uzaktan seyrediyor. Suruç’taki patlama bunların en sonuncusu. Daha ne tür olaylar yaşanacak bilemiyoruz. Temel maksat, Türkiye’yi de tıpkı Suriye ve Irak gibi olayların içine çekerek parçalamak ve Harput ile Tarsus arasındaki bölgeyi tartışılır hale getirmek… Elbette bunu Kürtler için yapacaklar zahirde… Ama değil! Bunu zaman içinde Kürtler de öğrenecek!

Bu işlerin arkasındaki akıl ve saik Kürtler değil. Kürt liderler zurnada son delik. Müslüman Kürt halkının talepleri de esasında umurlarında değil.

Şu coğrafyada olup biten hadiseleri ihaleye çıkaran İsrail’dir. İşin sahibi o!  Amerika ve Avrupa üstlenici firma! Bölgedeki Irkçı Kürtler ve Ermeniler de taşeron. (Bir vakitler Türkiye de bu işlere nezaret ediyordu “BOP eş başkanlığı” adı altında) Hapsi birlikte Arzı Mevut arazisini ‘krizme’ ediyorlar…

İşte Amerika’nın İran’a şirinlik muskası takması bu yüzden! Çünkü  Arzı mevudu inşa etme konusunda zaman daralıyor. Bir an önce harekete geçilmeli idi. Mamafih onların hazırlığı çok eskiye dayanıyor. Ama fiili adım 90’ların başında atıldı. Ben Amerika’nın Irak’a ilk saldırısını –hatırlayanlar vardır- II. Babil Operasyonu diye yazdım.

Arap uyanmadan, işlerini bitirmek istiyorlar. Çünkü Arabın uyanmasıyla İslam intibaha gelecek (uyanacak). İslam (yani Sünni ana aks) uyanınca –İsrail ve batının- bu coğrafyadaki varlıkları zora girer. Arzı mevud da ertelenir veya hiç olmaz!

İşite her dönemde kendi yanlarına çekmeyi başardıkları partnerleri İran’a güç pompalamaları bu yüzdendir. Hatırlayın Irak’ı! Saddam’dan alıp parçaladılar ve sonra ülkeyi, bütün Sünni dünyanın gözü önünde Şii militan olan Maliki’ye teslim ettiler. Savaşın giderlerini de Suudilere ödettikleri halde…

Amerika / İsrail hakikaten İran karşıtı olsaydı bunu mu yapardı? Yıllarca Almanya el altından İran’a nükleer destek verdi. Ambargoya rağmen İran’la ilişkilerini sürdürdü, Batı bunu bilmiyor muydu?

Şimdi de güya İsrail, Amerika’nın İran’la yaptığı anlaşmadan rahatsızmış. Hadi canım ordan? İran ne zaman İbranilere hasım olmuş ki şimdi, en güçlü zamanlarında olsun!

Yahudileri Babil zulmünden kurtaran Farslar, Ninova zulmünden kurtaran Farslar, onları kendi coğrafyalarına iade edip koruyan yine Farslar. Düşünün ki Yahudiliğin en güçlü iki mezhebinden biri Ferîsilerdir (Yani Farslar). İran halkının ve Çinlilerin zihinlerindeki gerçek “kırmızı kuvvetleri” (yani düşman) Türklerdi (Turan). Adamların efsanelerinin baş düşmanı Turan! Tarihi ve efsaneleri doğru okumak gerekir.

Elbette biz, Müslüman İran ile iyi geçinmekle mükellefiz Müslümanlar olarak. Ama yazık ki, Hasan Sabbah’ın, “Türklere hizmet ediyor” diye Nizamül Mülkü öldürttüğü, tüm Sünnileri İran coğrafyasından silip attığı tarihlerden bu yana, İran hep, büyük İslam kütlesi aleyhine kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Velev ki idarecileri –Safeviler döneminde olduğu gibi- Türk olsun. Ben bu durumun, rahmetli Humeyni’den sonra değişmiş olabileceğini umuyordum. Görülüyor ki değişmemiş. Irak’tan sonra Suriye, Suriye’den sonra Yemen! İran hep el altından karıştırıp tahrik ediyor. Bu saklı ittifakı sezen Müslümanların tepki vermeye kalkışması da yine Batılıların işine yarıyor. Bu sinsi oyuna tepki duyan Sünni gençleri, IŞİD ve El-Kaide gibi isimler altında örgütleyip, elerine silahlarını da verip İslam âlemine tebelleş ettiriyorlar.

Fakat inşallah bu taktikler tutmayacak. “Gulibeti’r-Rum” suresi bu çekişmenin nasıl neticeleneceğini haber veriyor. Dileyenler “Rum Yenildi” başlıklı yazımı okuyabilirler…

Allah’ın izniyle batı artık istediğini yaptıramayacak. Batı daha bir müddet galip görünebilirler. İran’ı kullanabilirler. İçimizdeki Selahaddin Demirtaşların ağzından kendi amaçlarını dile döktürebilirler (Kürt halkı kendi ordusunu kursun buyurmuş hazret. Bir o eksikti!) Ama ilanihaye Müslümanları boyunduruk altında tutamayacaklar. “Ya yeni hal ya izmihlal” demeye bile hakkımız yok. Ya yeni hal ya yeni hal!

Yeni hal İslam’ın ayağa kalkmasıdır.  Hz. Zekeriya’yı kısırlıktan kurtaran Allah, kabiliyetini kaybetmiş Müslümanları da Yahya adıyla yeniden hay kılacaktır… Hem de çok uzak olmayan bir zamanda!

Selam ve dua ile…


[1]) “Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır…”

Hakkında Mehmet Ali Bulut

1954’te Gaziantep’in İslâhiye ilçesinin Kerküt köyünde doğdu. İlkokulu burada tamamladı. Gaziantep İmam Hatip Lisesini ve ardından Gaziantep Lisesini bitirdi. 1978 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nden mezun oldu. Aynı Fakülte’nin Tarih Bölümünde doktora tezi hazırlamaya başladı. 1979 yılında Tercüman Gazetesi’ne girdi. Tercüman Kütüphanesinin kurulması ve kitapların tasnifinde görev aldı. Birçok kitap ve ansiklopedinin yazılmasına ve hazırlanmasına katkıda bulundu… Daha sonra gazetenin, haber merkezi ve yurt haberlerinde çalıştı. Yurt Haberler Müdürü oldu. Köşe yazıları yazdı… 1991 yılında Haber koordinatörü olarak Ortadoğu Gazetesi’ne geçti. Bu gazete 5 yıl süreyle köşe yazarlığı yaptı. Yeni Sayfa ve Önce Vatan Gazetelerinde günlük yazıları ve araştırmaları yayınlandı. 1993 yılında haber editörü olarak İhlas Haber Ajansı’na girdi. Kısa bir süre sonra ajansın haber müdürlüğüne getirildi. Mahalli bir ajans konumundaki İhlas Haber Ajansı, onun haber müdürlüğü döneminde Türkiye’nin ve Ortodoğu’nun en büyük görüntülü haber ajansı konumuna yükseldi. 1997 yılında İHA’dan ayrılmak zorunda kaldı. Bir grup arkadaşıyla birlikte Veri Haber Ajansı’nı kurdu. Finansal sıkıntılardan dolayı Ajansı kapattı. 1999 yılında BRT Televizyonuna girdi. Haber editörü ve program yapımcısı olarak görev yaptı. 2001 Mayısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın danışmanlığına getirildi. 3 yıl bu görevde kaldı. Bir süre Ali Müfit Gürtuna’nın basın ve siyasi danışmanlığını yaptı. Turkuaz Hareket’in mantalitesinin oluşturulmasında büyük katkısı oldu. Bugün Gazetesi Yurt Haberler müdürü olarak çalışan Bulut, emekli ve sürekli basın kartı hamilidir. Eserleri: Karakter Tahlilleri, Dört Halifenin Hayatı, Geleceğinizi Okuyun, Rüya Tabirleri, Asya’nın Ayak Sesleri, Ansiklopedik İslam Sözlüğü, Türkçe Dualar, Fardipli Sinha, Derviş ve Sinha, Ruhun Deşifresi, Gizemli Sorular, Ahkamsız Hükümler, Can Boğazdan Çıkar, Sofra Başı Sağlık Sohbetleri gibi yayınlanma aşamasında olan çeşitli eserleri bulunmaktadır. Roman ve Hikaye: Mehmet Ali Bulut’un Roman türünde yazılmış Fardihli Sinha, Derviş ile Sinha adında iki romanı ve aynı serinin devamı olarak Zu Nima ve Fardipli Sinha 2 ve Fardipli Sinha 3 tamamlanma aşamasındadır. Diğer çalışmaları: Çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi, şiirleri bulunan Mehmet Ali Bulut son dönemdeki yazılarını haber7.com’da yayınlamaktadır. Bulut evli ve bir kızı vardır.

Ayrıca Bakınız

Çanakkale Geçilmedi…

Elhamdülillah, bu millet bir kez daha Çanakkale’nin geçilmez olduğunu gösterdi. Bir kere daha, bu millet, …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir